19 Mart 2013 Salı

Ben Jin

Görsel olarak bir National Geographic belgeseli tadında, sessizlikle anlamlanan bir hikaye; kırmızı başlıklı kızın dağdan ovaya inerek toplumsal hayata katılmaya yeltenip de yine kendisini dağlara, doğaya teslim etmesinin Reha Erdem'in algısından vizyona yansımış hali... Doğa-insan ilişkisi yine esaslı.

Üniformasız, cinsiyetsiz var olmak istiyor Jin. Olmuyor. Dayatmalar, kurallar, yargılar insan olan her yerde.

Filmin ilk yarısında yönetmenin, kürt sorununu irdelemek gibi bir amacı olduğu algısını yaratmamak adına gerçek ve acıların yanından yöresinden dolandığı hissi uyandı bende. Biraz daha ılımlı, "soft" ilerliyordu film. Ama bu düşünce, ikinci yarıda değişiyor. Gerçeklerin siyasi eleştiri amacı gütmeden aktarılabileceğini, izleyicinin gözüne sokmadan yürekleri kanırtmadan var olanın anlatılabileceğini göstermiş Reha Erdem. Kendisi de benimkine benzer bi eleştiriyi bir röportajında şu şekilde yanıtlamış:

"Gerçekçilik düşünceyi öldüren bir şey. Ben gerçeküstücü değilim, gerçekçi de değilim. Bugün sinemanın kurallarının yüzde doksanı böyle dönüyor. Burada 30 yıldır süren bir trajedi var. Bunun üzerine bir seyirlik yapmak hem yanlış hem zararlı hem de ayrı bir trajedi. Benim yaptığım, gerçeği bilerek kendi silahlarımla bir yol bulmak."

Jin ağaçların arasında saklanırken askerlerin Neşet Ertaş'tan Ah Yalan Dünya'yı söylemesi, Jin'in girdiği köy evinden ayrılırken evden aldığı hayati şeylerin yanına bir de kitap eklemesi-ve sonrasında kitabın arasında gördüğü fotoğraf ile "olağan" yaşama özlem duyması, bomba ve silah sesleri ile inleyen dağlarda böcekten ayıya yılana doğanın her bir parçasının korku ile titreyen hali, Jin'in ağır yaralı halde belki işe yarar diye karakola getirilen teröristin yaşamına son vermesi, yaralı askere su verip vermeme ikilemi, yolları ayrılırken yaralı askerin Jinle çay bahçesinde karşılaşma hayali...

Son söz: Reha Erdem yine insanların mutlak kötü ya da mutlak iyi olmadığını, grilerden oluştuğumuzu derinden hissettiriyor.