27 Aralık 2009 Pazar

Kız Kardeşim Ben

Yazmaya başlamadan şunu söylemeliyim: çalışmak, para kazanmak için sabah 7 buçukta evden çıkıp akşam 9 da gelmek yerine, 10 gibi çalışmaya başlayıp 4 te işten çıksak, hem verim artar birim zamanda daha nitelikli iş yapabiliriz, hem de insan gibi yaşamaya başlarız...

Şimdi gelelim haftasonunda neler yaptığıma.
Dün dışarıdaydım, biraz mağaza gezindim indirim var diye, birşey beğenip alamadım. Sevgilim uzakta olunca beni beğenecek kimse yok, kendimi çok çirkin hissediyorum ve giydiğim hiçbir şey yakışmıyor gibi geliyor. Geçici bir bunalım sanırım :) Aaa pardon çok mühim bir alet aldım, dvd player. Benim eski evimde vardı ama evi boşaltınca Ankara'ya gitmişti. Teknosa dan aldım ve bana kutu oyunu hediye ettiler, Tabu ya da Monopoly alabiliyormuşum, tabi ki Monopoly dedim, Borsa ve Milyoner i para bitirmesine oynayan bir nesle mensubum ben.

Sonra kendimi iyi hissedebilmek için n'apsam diye düşündüm ve güzellik salonuna gittim, cilt bakımı artı manikürle kendimi bi' iyi hissettim. Haha şaka gibi beni tanıyan birileri bunları okusa yok canım der, bakımlı bir şahsiyet olmadığımdan :) Vallahi şöyle 2-3 ayda bir cildin temizlenmesi iyi oluyor, benimki gibi hiç makyaj yapılmayan allerjik ve karma cilt kendine geliyor. Manikür zaten başlı başına bir mucize, kırmızı ojeeee :))

Oradan eve gelip eşyaları bırakıp Taksim'e geçtim, uzun süredir gitmemiştim gezindim biraz, iyi geldi. Aslında akşam 10 senelik arkadaşım Gayiş ve onun arkadaşlarıyla buluşacaktım; ama canım hiç istemedi, arayıp kıvırdım ve "ben gelmesem olur mu" dedim, eh olmaz dese de gitmeyecektim ya, neyse.
Bugün sabah da kalktım, kahvaltıda kendime karışık omlet yaptım, nutellalı ekmeğimi yedim.

Evimizin Çiğdemi yok bu haftasonu, Ankara'da. O burda olsa dolap detoksu(nette gördüğümüz bir terim çok beğendik de) yapacaktık, kıyafet ayırmaca, yıkamaca, ütülemece.
Bu haftalık detoksu erteledim ve normal ev temizliği yaptım, süpür sil işte, misss... Çamaşır yıkadım, haftaiçinde giydiğim üstümü başımı topladım. Mutfağa bir el attım, haftaiçi yapıp da yemediğimiz yemekleri, çürüyen bozulan yiyecekleri çöpe attım, tezgahı şööyle bi dezenfekte ettim. Temizlik ne güzel şey, bayılıyorum tertemizz ev kokusuna, bir de o evde öğleden sonraki çayın yanına misss gibi kurabiyeler kekler pişirilirse......
İşim bitti ya evde, geçen hafta Beşiktaş Sinanpaşa Pasajından aldığım dvd lerden birini izleyeyim dedim. Mommo: Kız Kardeşim i seçtim. Süper seçimmiş. İnsan hikayeleri, olağan, hayatın içinden şeyleri anlatan hikayeler hoşuma gitmiştir hep. Bu da öyleydi. Gerçek hikaye. İnternette yazanlara göre film, gerçek hikayenin hafifletilmişi, törpülenmişi.
-Abi annem ıslanmaz mı?
Bozkırdaki durağan hayat. Öksüz iki kardeş, onların yalnızca doğmasına sebep olmuş sonra elini eteğini çekmiş bir baba, çocuklara sahip çıkmaya çalışan ancak ecelin ne zaman geleceğini bilemeyen bu yüzden çocuklar için bir çıkış yolu arayan dede.
Ahmet ve Ayşe. O kadar gerçek iki kardeş hikayesi ki.

Ağladım. Film boyu ağladım. Ayşe abisine sorular sorarken, Ahmet Ayşe'nin saçlarını tararken, Ayşe "baba" derken, Ahmet kardeşine "mommo yok" dese de kendisi de korkusuna yenik düşerken, Ayşe arabada giderken Ahmet peşinden bisikletle yetişmeye çalışırken...

Bozkırın ortasında, Konya'da doğdum ben de. Benim de abim var, herşeyi bilen hiçbir şeyden korkmayan. Öyle sanırdım ben de. Abim, bilgemdi. Abicim "anangurban" ne demek? Abicim şimdi bu kırmızılar hangi kaleye gol atacak, abicim büyükayı hangisi? Hep bilirdi o da, hep bir cevabı vardı. Büyüdükçe öğrendim, yanlışlarını; eksikliklerini gördüm, ama ona olan sevgim, bağlılığım hiç değişmedi.

Filmi izleyince dağıldım, biraz hava almak için dışarı çıktım. D&R dan dergi alayım diye Kanyon'a girdim; ki bi' coşku bi' coşku... Fatih Erkoç konseri varmış. Mükemmel oldu, her taraf ışıl ışıl, kalabalık, açıkhava sayılabilecek bir mekan ve iyi müzik. Epey kalabalık bir orkestra, Evrim adında çok duru sese sahip bir solist ve Fatih Erkoç, müzikallerden parçalar, ispanyolca italyanca şarkılar ve popüler klasikler seslendirdiler. Çok kozmopolit bir kitleydik gerçekten, benim gibi üniversite hayatını yeni sonlandırmış va çalışmayı lanetleyen, haftasonu etkinlik olsun diye gelmiş beyaz yakalılar, çoluk çocuk haftasonu gezisine çıkmış amcalar-teyzeler, Harvey Nichols tan yeni çıkmış kokoş hatunlar ve onların zengin kocaları, kemik gözlük takan tüm şarkıları ezbere bilen amcalar-teyzeler, teenage tabir edilen, haftasonunu Kanyonda geçirebilecek kadar zengin facebook, twitter böcükleri...

Konserin en coşkulu anı "can't take my eyes off you" ile yaşandı.

Herkes bir ağızdan "i love you baby" diye bağırdık.

Hoşuma gitti, uzun süredir konsere gitmemiştim, bir de böyle açıkhavada elde sigara canlı performans izlemek stadyum konserlerini hatırlattı bana.

Büyük şehirlerde insanların sokakta yaşamasından bahsedilir ya hep, ben bunu yalnızca Paris te görme şansı buldum ve çok hoşuma gitti. Fete de la musique e denk gelmiştim ben, müzik festivali yani, sokaklarda standlar kuruluyor ve akşamdan sabaha kadar müzikle dansla coşuyor insanlar. Eğlencenin parayla olmayacağının örneği. İnsanların sınıf farkı kalmıyor orda. Normalde zenci gördü mü kaçan Fransız amca, zenci bir kadınla karşılıklı dans edebiliyor.

İstanbul henüz o aşamada değil, toplum olarak buna hazır değiliz, her sene yılbaşı eğlencesinde Taksimde olanları dehşetle izliyoruz. Ki bence Nişantaşı'da, Bağdat Caddesi'de insanların kız arkadaşlarıyla, eşleriyle, çocuklarıyla rahat rahat gidebilecekleri yerler değil böyle toplu kutlamalarda. Zaten derdimiz kutlamalar da değil, yıllardır halının altına süpürüle süpürüle toz yumağı haline gelmiş, artık saklanmakta zorlandığımız problemlerimiz var. Keşke temel ihtiyaçlarını karşılayıp felsefeye yönelebilen Antik Yunan misali, herkes insanca yaşayabilse bu güzelim ülkede, zorluklarla mücadele etmekten omuzlarımız çökeceğine, güzelliklerle ömrümüzü uzatsak.

Bu da benim yeni yıl dileğim olsun :)

Postu, konserden bir fotoğrafla bitireyim:


Arsene Wenger den yaratıcı fikirler

Abi sahibi olmanın en büyük avantajı, futbol konusunda hemcinslerimden bir adım önde olmak; futbol delisi bir abiye sahip olmanın güzelliği ise tüm dünyada futbolda neler olup bitiyor takip etmeyi ve iyi maçları izlemeyi öğrenmek...


Az önce ntv spor haberlerinde duydum, demiş ki Wenger;

"Bazı oyuncular örneğin Stoke City'li Delap şut gibi taç atıyor ama kullandığı güç, futbolun içinde olan bir kuvvet değil. Bu da bence adaletsizlik yaratıyor. Bunun yerine taçlar ayakla kullanılabilir böylelikle oyun daha hızlı olur"

İlk duyduğumda komik gelse de, haklı olabilir mi diye düşünüyorum şu an.

Sakin ol Wenger.

Nasıl olsa

Taçtan gol olmaz :))

13 Aralık 2009 Pazar

Neler Oluyor Son Zamanlarda

Tokat'da pusu, şehitlerimiz; Bursa'da maden ocağında göçük, grizu patlaması... Ne ilk, ne de son olacak. Sistemin çarkları dönsün diye kimisi sağlığını, kimisi varlığını, kimisi ailesini, kimisi de hayatını kaybedecek. Ne yapabilirim diye soruyorum kendime böyle durumlarda? Ne yapabilirim? Koca okyanusta küçücük bir su damlası olsam da, bir yerden başlamak gerek diye düşünüp, kendi çapımda çocukların eğitilmesine katkıda bulunuyorum, dost sohbetlerinde hem kendi ufkumu genişletebilmek hem de bildiklerimi öğrendiklerimi başkalarına aktarmak adına dinliyorum, konuşuyorum. Meydanlara çıkmanın, iş bırakmanın şiddet içermediği sürece toplumsal tepkiyi göstermek adına çok etkili olduğunu düşünüyorum ve katılabildiğim ölçüde-malum modern zaman kölesiyiz son 1,5 senedir iş, güç- katılıyorum. Kollektif bilnç oluşması, toplumsal tepkiler verebilmemiz, değişmemiz-dönüşmemiz için daha ne kadar dibe vurmamız gerekiyor acaba? Umutsuzluğa kapılıyorum...
Zeitgeist-Addendum u izlemem lazım. İlk filmi izledim. Her ne kadar Zeitgeist Amerikan toplumu için bir adım, uyanış olsa da, çözüm olarak önerilen Venus Project in uygulanabilir olmduğuna inanmasam da, iyi bir başlangıç bence; tabi eğer bu Zeitgeist çılgınlığı yine moda olup tüketilecek bir medya ürünü değilse.
***
Yalnız değilmişim :)) Bir çok insan kağıt üzerinden okumanın ekrandan okumaktan daha etkili olduğunu düşünüyormuş. 2 amca "the myth of the paperless office" diye bir makale yazmışlar. Gelecekte kağıtsız ofisler mümkün müdür sorusunun cevabını aramışlar, ve cevap hayır olmuş. Birincisi, bazı sistemler ihtiyacımıza tam olarak cevap vermediğinden mecburen basılı kağıt kullanıyormuşuz. İkincisi, bir belgeyi okurken not almak, altını çizmek gibi eylemleri gerçekleştirmek her ne kadar artık soft olarak da yapılabilse de kağıdın üzerinde yapılması daha kolay geliyor. Üçüncüsü de insanlar dijital ortamda okuduklarını daha zor anlıyorlar. Evettt evett 3üne de katılıyorum. Araştırmanın sonucunda da teknolojinin kağıt tüketimini azaltmadığını, aksine arttırdığını ortaya koymuş. Eeee tabi, herşey önümüzde hazır, ctrl+p, al bak yırt çöpe at!
***
Beynimi kullanabileceğim, yaratıcı olabileceğim bir işte çalışmak istiyorum!!!
(Pazartesi sendromu mode on)
İş hayatına bulaşmadan önce günlerin hiç bir farkı yoktu benim için, çarşambayı da pazar kadar çok seviyordum. Amma velakin, insan yapmak istediklerini yapmak, almak istediklerini almak, gitmek istediği yerlere gitmek için çalışmak zorunda kalınca ve işin ironik yanı çalışıp para kazanmaya başlayınca bunların hiç birine ayıracak zamanı kalmayınca, herşey sendroma dönüşebiliyor.
12 de yatacağımı düşünürsem, kendime ait son 3,5 saatim, ne yapsam??