17 Ekim 2013 Perşembe

Ada

Sabah tam 7'de uyanıyorum yine, o küçük pembe hapları içmeyi bıraktığımdan beri biyolojik saatim eski haline döndü. Aylardır bir bavulun içinde gezinip durmaktan eskimiş kıyafetlerimi giyiyorum, acele etmeden. Kara şimşeğim beni bekliyor, yola çıkıyoruz. Trt fm e ayarlı radyoyu açıyorum hemen. Uzun yolculuklarda trt fm dinlemek, çocukluğumu hatırlattığından mı yoksa kendimi diğer radyoların çekmediği ıssız bir yerde gibi hissettirdiğinden mi bilinmez, hoşuma gidiyor. Ah bir de şu spikerler konuşmasa, hep müzik olsa. Denizlerin kenarından dağların üzerinden ormanların içinden geçe geçe Geyikli İskelesi'ne varıyorum, feribotu beklemeye başlıyorum. Ya da gemi. Feribot, bu idonun daha hızlı aletlerine verilen isim mi acaba? Ankara'da büyüyen ve feribota ilk kez 26 yaşında binen bir bozkır çocuğu için çok etkileyici, her ikisi de. Gemi, evet, gemi. Bekliyorum, gözlememi yiyip çayımı içerek. Üstüne bir sigara. "Gemiyi beklerken sigara içme" imgesi, beni hüzünlendiriyor, hala.

Geliyor gemi, düdüğüyle de selamını çakarak. Ne kadar kısa sürede ve rahat sığıyor o kadar araba insan kalabalığı bir taşıma aracına? Denizsiz şehrin çocuğu olarak yaşamım boyunca deniz taşıtlarına hayretle bakacağım galiba. Anlaşıldığı üzere istikamet Bozcaada. İlk gidişim. Çok kalabalık, çok "istanbul benzeri", çok yapay olmasından çekiniyorum aslında. Bu yüzden gitmek için bayramın ilk gününü seçiyorum, diğer gezgin adaylarının aileleriyle geçirmeyi tercih edecekleri ya da rotayı deniz sezonu bitmemiş kıyılara çevirecekleri bir tarihi. Böylece olağan halini görebileceğim adanın. Yanımda, cüzdan, telefon, fotoğraf makinesi dışında bir şey yok. Aaa bir de listem. İnternette gezinildi, ayyyy mutlaka yapınnn yiyinnn müthişşşş almadan dönmeyin denilen etkinlikler, popüler mekanlar not edildi. Güzel olmadıklarına dair önyargımdan dolayı değil-ki deneyimlerime göre, bir mekan, yemek, kahvaltı popüler olmuşsa muhtemelen popüler olduğu için abartılıyordur, gerçekten nitelikli olduğundan değil- kalabalığın hengamesine kapılmak istemememden. Hem herkesin geçmişi, kişiliği, kültürü, eğitimi bu kadar farklıyken zevkleri bu kadar aynı olabiliyor? Sadece değişen dünyada ürettiğiyle değil tükettiğiyle var olan insanoğlunun psikolojisiyle açıklanabilir mi?

Bugün zaman kavramım yok. Saatimi de bu yüzden takmadım ya zaten. Telefonum da kapalı. Sadece, acil bir durum olur da kullanırsam diye yanımda taşıyorum. Arayıp da ulaşamayan? Çok arayanım yok, olan da merak etmeyecek kadar tanıyor beni. Hem, bu sefer gerçekten, umrumda değil.

Güneş yükselmeye başlarken yanaşıyoruz Bozcaada'ya. Ben, komşusu olduğu ege ve kaz dağlarından yola çıkarak, daha yeşil bir kara parçası bekliyordum... Adı boz bir kere, buradan anlamalıydım :) Kara şimşeği deniz manzaralı bir yamaca bırakıp gezinmeye başlıyorum. Şanslıyım, ortalık tenha. Bayram telaşı var, evin önünü süpüren, kahvaltı masası hazırlayan, balkonu yıkayan... Çay bahçeleri, cafeler, dükanlar bomboş, daha beklenen misafirler gelmemiş anlaşılan. Dükkanlar da yeni yeni açılıyor.

Gelmeden önceki yapaylık korkum konusunda çok utandırıyor Bozcaada beni. O kadar doğal, o kadar kendisi... Rumca kelimelerin karıştığı Türkçe cümleler duyuyorum etraftan. Yürüyorum, camlarında, kapılarının önünde sardunyalar dikili, yaşlı, güzel, yaşanmışlık dolu, ruhu olan evlere baka baka. Herkes mutlu, herkes güleryüzlü. Kediler bile :) O kadar çok kedi var ki. Bir tane minnacık sarmanı kucağıma alıp seviyorum-beni tanıyan herkes şoka girdi şu cümleyle biliyorum; ama bugün ben, ben değilim-, ilginçtir annesi sırtını kamburlaştırıp kısık gözlerle beni süzmek yerine sırnaşık miyavlamalarla ayaklarımın çevresinde geziniyor.

Yalnız olmak, insanlarla iletişim konusunda iki ayrı uca sürüklüyor beni. Bu sefer pozitif uçtayım. Tanımadığım, bilmediğim insanların bayramını kutluyorum, ellerini öpüyorum, ikram ettikleri çikolatalardan alıyorum, şansımıza havanın bugün ne kadar güzel olduğundan başlayıp sohbet ediyorum ayaküstü. Diğer deniz kenarı yörelerdeki gibi hoyrat davranılmamış, ruhunu müteaahitlere teslim etmemiş bir yer burası. Geleni kendisine benzetmiş, kendisi değişmek yerine. Adanın merkezi dar bir alan. Kurabiye ve şarap kokulu. Küçük dükkanlar. Orada yaşayan herkesin birbirini tanıması, samimiyeti. Masalda gibiyim. Haddimi de biliyorum tabi, misafirim. Başka yere ait olup da "oralı" rolü kesenlerin eğreti durduğu bilinciyle.

Kahvaltımı yaptım ya, hala aç değilim, balığa zaman var. Adanın öte taraflarını gezinmeye başlıyorum. Her yer üzüm bağı, bağların yanında taş bağ evleri. Bağların bağbozumu sonrası hali, hüzünlü. Aynı sonbaharın kendisi gibi. Zeytinlikler. Ormanlar. Ormanların ötesinde, masmavi denizi ile saklı koylar. Bir de adanın batı ucunda rüzgar gülleri. Temiz enerji üretimi konusunda örnek olmasının dışında, gayet hoş bir görüntü oluşturduğu da kesin. Akşam günbatımında görüşmek üzere rüzgar gülleri.


Adanın merkezine dönüyorum, acıktım. Daha önce de dedim ya, gidilmeyecekler listem var, hepsinin de önünden geçiyorum, benden sonra gelen gemilerle birlikte kalabalıklaşmışlar bile. Avare avare gezinirken beyaza boyalı duvarların arkasından latin bir şarkıcının sesini duyuyorum. Beyaz mavi, masalar, sandalyeler. Tabelada "Lodos" yazıyor. Denizsizliğinden, rüzgarı da olmayan memleketin çocuğu ben, bu isme vuruluyorum. Evet burada yemek yiyeceğim. Sadece 2 masa dolu. 3. ye ben oturuyorum. Masama güzel bir cam şişede gelen soğuk su ve güleryüzlü bir hoşgeldiniz karşılıyor beni. Karşılamadan anlıyorum, doğru yerdeyim. Denizin ortasında, tabi ki ondan gelen bir şeyler yenilmeli. Deniz ürünleri sote istiyorum, yanında da bir kadeh beyaz şarap. Çamlıbağ vasilaki önerisine hayır demiyorum. Bir sigara yakıyorum...

Yemeğim geliyor. Ahtapot, karides, kalamar, midye... Bol taze domatesle, çok ayarında sotelenmiş; hiç biri çok pişmemiş, domates suyunu çekmemiş. Sunulan seramik tabak da şahane, koyu yeşil. Detaylar güzeldir diye mırıldanıyorum kendi kendime. Şaraba gelirsek. Kırmızı ve rozeciyim ben. Lezzetsiz bulduğumdan değil de. Herneyse. Bunu, beyazı sevdim. Eve dönerken almalıyım kendime. Yediğim her lokma, içtiğim her yudum iyi geliyor. Etrafa sırıtarak baktığımdan hiç şüphem yok. Bu arada, ortalık biraz daha hareketleniyor, tatil için gelenler dolaşıyorlar, bir taraftan esnaf sağa sola koşturuyor, ilçenin mühim şahsiyetlerinden olduğunu düşündüğüm takım elbiseli birileri bayramlaşmaya geliyor, belediye hoparlöründen öğlen 14.30da bayramlaşma yapılacağı anons ediliyor. Dünya benim dışımda dönüyor.

Yemeğimin keyfinin üzerine, kalan şarabımın yanına bir sigara daha yakıyorum. Tam o sırada Lodos'un sahibi olduğunu düşündüğüm birisi yan masamdaki çiftle sohbet etmeye başlıyor. Kulağıma çalınanlardan, 15 yıl önce eşiyle buraya yerleştiklerini anlıyorum. Çift, kalkıp gidiyor, oldukça kibar bir hoşgeldiniz duyuyorum. Hoşbuldum hem de çok. Sohbet başlasın...

Lodos yaklaşık 15 yıllık bir restoran. Nejat Bey ve eşi Türkan Hanım Bozcaada'ya gezmeye geldiklerinde, seviyorlar burayı. Sonrası, büyük şehirde kurulu bir düzenden başka bir düzene geçiş, detayını ne ben sordum ne kendisi anlattı. Küçük bir kahveymiş burası eskiden. Şu anda da küçük. Benim büyüme derdim yok diyor Nejat Bey, böyle iyiyiz. Hikayeyi anlatırken, eşinden Türkanım diye bahsediyor ara sıra, bir isme eklenen o minicik ek nasıl da güçlü anlatıyor o aidiyeti.

Adadan çok etkilendiğimi, yaşamlarına çok özendiğimi anlatıyorum.
-Görünürde, diyorum. Beni de bağlayan bir şey yok. Sorumluluklarım yok. Olanlar da benim uydurmam. Kendi hayatımı benden beklenilenden farklı bir yönde şekillendirmek için eksik olan şey, cesaret mi? Korkuyorum galiba.
-Hayır, diyor Nejat Bey. Herşey, senin ne yapmak istediğinle ilgili. İsteklerini gerçekleştirmenle. Cesaret, maddi kaygılar bizim uydurduğumuz kılıflar.
Sigarama uzandığımı görüyor, çay ister misin diyor.
-Kahve diyorum. Sade. Aa bir de, sakızlı değil, normal. Herşeyin sakız aromalı olduğu bir ortamda hatalı bir tercih yapmışım gibi, açıklıyorum, kahvenin esas lezzetini alamıyorum da sakız aromasıyla...
-Haklısın, diyor. Ben de sakızsız severim.
O sırada, orada çalışan çocuktan içeriden kitap ayracı getirmesini istiyor Nejat Bey, bana hediyesini verirken, ayracın üzerindeki balığı gösterip:
-Dülger balığı, diyor; aynı anda Sait Faik diyoruz; gerisini getirmeye gerek kalmıyor.
Sohbetimiz uzuyor. Kendilerinden bahsederken Nejat Bey;
-Bir kadın-ya da adamla- adaya gelip 3 ay kal. Eğer hayat normal akışındaysa ve birbirinize yetebiliyorsanız, doğru kişiylesin ve doğru yerdesin.

Seyahatlerden bahsediyoruz. Gezmenin görmenin öğrenmenin paylaşmanın güzelliğinden. Kendi iç sesini dinlemenin öneminden. İnsanoğlunun, güzel olan her yere, her şeye müdahale edip çirkinleştirmesinden. Küçücük adada önündeki arabayı 10 sn bekleyemeyip kornaya basandan. Her yeri çöp bidonu dolu olan ve naylon poşet kullanımının yasak olduğu adada, yanında getirdiği migros poşetlerini içi boşalınca yolun ortasına atandan. Yüzyıllardır oluşan bir tarihi ve mimari dokusu olan köylere beldelere gidip 5 katlı beton yığını konduranlardan. Rüzgar ve dalga sesleriyle dolu kıyıya sabah kadar bilmemkaçyüz desibelde müzik yayını yapan bar açandan. İnsanlığın, basit olanın güzelliğini kavrayamamasından.

Adada kalıp kalmayacağımı soruyor, bilmem diyorum.
-İşte özgürlük böyle bir şey diyor. O anda yüzümdeki acı gülümsemeyi fark etmiş midir acaba? 2 gün sonra prangalarıma geri döneceğimi, tatil yapamayacağımı, çalışacağımı, hep çalışacağımı... Anlamış mıdır?
-Bak diyor seni kiminle tanıştıracağım, Kaptan! Masamıza geliyor Kaptan. Adını kimse söylemiyor, herkes kaptan diyor kendisine. Hemen meze tabağı ve bir tek rakı geliyor masaya.
-Eh diyor kaptan, öğle rakısı da buraya kısmetmiş.

Bana adayı anlatıyorlar. Hayatın kolay olduğunu. Bizim kendi kendimize karmaşık hale getirdiğimizi. Hırslardan arınmanın önemini. Hataların kaçınılmaz olduğunu, öğrettiğini. Eskiden tam karşıdan denizin göründüğünü. Karşıdaki, sonradan inşa edildiği belli olan dükkanların otobüs terminallerindeki yazıhaneye benzediğini. Havanın bulutlandığını, yarın bozacağını-o saatlerde bana sorsanız hava pırıl pırıldı. ertesi gün fırtına koptu-. O sırada, erkeğin yabancı kadının türk olduğu anlaşılan bir çift ve minik kızları geliyor bayramlaşmaya. Adam, bozuk türkçesiyle "iyi bayramlar" diyip el öpüyor, gülüşüyor herkes. Meğer Fransızmış kendisi. Eşi, adalı. Bozcaada'da, davullu zurnalı bir düğünle evlenmişler, adanın meydanında damat traşı olmuş oğlumuz. Ayrılıyorlar.

Kaç saat oturdum orada bilemiyorum. Laf lafı açıyor. Adalılar geliyor gidiyor hal hatır soruyor, hepsiyle bayramlaşıyoruz. Bir komşu, koskoca pembe bir nar getiriyor bayram hediyesi olarak, bereket getirsin dükkana diye. Kaptan, anılarını anlatıyor. Hep mi bilge olur deniz insanları? Birisi, yanımızdaki dükkana yol soruyor o sırada, ileride, büyük çınarın yanında yanıtını alıyor. Bunu duyan kaptan patlatıyor kahkahayı, "ne bilsin şehirli çocuk çınar ağacını?". Haklı da çıkıyor, 50 m ötedeki koca çınarı tanıyamayan adam, başka birisine daha soruyor aradığı yeri.

Gün batmaya yaklaşırken, ayrılma zamanı geliyor. Müsaade istiyorum ve rüzgar güllerine doğru yol alıyorum; akşam dönmez de kalırsam rakıya beklediklerini belirterek uğurluyorlar beni. Denize en yakın yamaca oturuyorum, gözlerimi kapatıyorum. Sadece dalgaların ve rüzgarın sesi...

Düşünüyorum. Kendimi. Sorguluyorum. Eleştiriyorum. Acımasız mıyım kendime karşı? Bilmem. Mutlu muyum? Sanmam. Peki mutsuz? O da değil. Neden bu huzursuzluk? Bilmiyorum. Geçecek. Önceleri çocuktuk. Sonra, büyük adam olup ailesine sahip çıkan, onlara daha konforlu bir hayat sağlayan genç kadınlar-adamlar olduk. Küçükken ulaşamadığımız şeylere ulaşmanın sarhoşluğunu yaşadık. Hırslıydık. Hep başarılı olmalıydık. Kaybetme lüksüne sahip değildik. Peki ya şimdi? Sonra? Arınmanın, kendi içine bakmanın vakti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder