12 Ağustos 2016 Cuma

Bencilliğim ve hayata tutunduramadığım ağaçlarım üzerine - I

Uzaktım çok sevdiğim evimden. İşim yüzünden. Gitmeli gelmeli seyahatli. Tek suçlu işim değildi tabi, yazıyorum ya buraya, iyi geliyordu gitmek, gidiyordum, gidebiliyordum bazen. Hayat bu haliyle devam ediyordu. Her şekilde devam ediyordu herkes için her yerde. İçinde kendimi kabuğuna saklanmış kaplumbağa gibi huzurlu hissettiğim evimde, kitaplarım, koltuğum, ütüm ve kaz tüyü yastığım ile mutluydum. Tek eksiğim o üzerindeki turuncu toplarıyla, çiçek dönemindeki sarhoş eden kokusuyla bana bile acaba yüce bir yaratıcı olma ihtimali var mı sorusunu düşündürecek kadar güzel portakal ağacıydı. Gidip bir seradan almak kolaydı da. Bakabilir miydim? Seviyordum. Bence önemli ve gerekli tek koşul buydu.
Sonra, 2 çocuğa ek olarak 15896556441 çiçek yetiştirmiş annenin kızıydım, bilirdim çiçek bölmeyi saksı değiştirmeyi solan yaprakları temizlemeyi. Tüm doğanın yaprağından meyvesinden ayrılarak kışa hazırlandığı sonbahara inat üzerindeki onlarca meyvesiyle dünyanın en güzel minyatür ağacıyken kucakladım onu ve getirdim evimize; kendime ve ona söylemesem de, doğum günü hediyemdi o benim. Evin en doğrudan güneş almayan ama aydınlık, en cereyanda kalmayan ama serin, en kalorifere uzak yeri onundu. Tek tük dökülen yapraklarını temizlemek, haftada iki gün titizlikle sulasam da ne olur ne olmaz diye her gün toprağına parmağımı batırmak, hafta sonları hava onu donduracak kadar soğuk değilse dışarıya balkona çıkarmak ve bir sigara yakıp güzelliğini izlemek yaşama sebeplerimdendi. O da benimle mutluydu, meyveleri azalsa da pırıl pırıl canlı duran yapraklarından anlıyordum. Sonra yine... Gitme vakti geldi. Kısaydı bu sefer. Bence kısa. Ne olurdu ki, bekleyebilirdi beni bir kaç hafta boyunca. Hem beklemek zorundaydı. Ben gitmeliydim, ve onu kendimden başka kimseye emanet edemezdim. Emanet etmek ne demekse zaten. Sevgi bencildir. Benim portakal ağacım bir kaç haftalık yalnızlığa dayanabilirdi. Evden ayrılmadan önceki akşam, kaloriferleri kapattım, onu daha gölge bir yere aldım, yapraklarını yıkadım, bolca suladım ve geri geleceğimi söyledim. Dönüşte uçaktan inip otoparkta duran arabama koşmamın tek nedeni ağacımın bana ve suya ihtiyacı olduğunu düşünmemdi. Bavulum dışarıda anahtar kapının üstünde kapı açık; girdim içeriye. Gözlerim doldu boğazımdaki yumru beni boğdu. Hiç meyvesi kalmamıştı. Aşık olduğum o gövdeyi kaplayan tüm yapraklar yerdeydi, dallarda kalan çok azı da yeşilden kahverengiye dönüyordu yavaş yavaş. O an tekrar eskiye dönebileceğine dair bir umut taşıyor insan. O umut zaten tekrar ağacımı eski yerine alıp bakım ritüelimize dönmemizi sağlayan. Olmuyor ama. Bir kez zedelenen eskiye dönmüyor, yaralanan iyileşmiyor. En azından kabuk tutsun diye bekliyorsun. Yaralı devam edelim hayatımıza.

Olmadı. Kalan son yapraklar da terk etti gövdeyi, ve eski canlılığını yitirse de hala yeşil olan dallar, yavaş yavaş, acıta acıta, kahverengiye dönüştü tamamen. Bir pazar sabahı belgrad ormanına götürüp, ellerimle kazıdığım toprağa gömdüm köklerini, benim ondan aldığım canı doğa geri verir belki diye.

2 yorum:

  1. şeker portakalı misali. sonu hüzün. baştan sona hüzün aslında.

    YanıtlaSil
  2. 70 lerin efsane Milliyet Çocuğunda Mistik yani Mustafa Eremektar in çizdiği bir hikaye Uzay çocukları ağaçların öcü idi . Daha iklim değişikliği aktivistleri o kadar da etkili değil iken çevreci duyarlılık ile kendini ifade eden müthiş metaforlarla dolu bir hikaye idi. Ağaçlar onları kesmeye yok etmeye çalışanlara karşı kendilerini savunmak için artık ayaklanmislar gerekirse kaçarak bu zulümden kurtulmaya çalışıyordu. Yürüyen ağaç fikri ne kadar saçma da olsa ozsavunmanin doğanın mucadelesinin en dolaysız ifadesi olarak çocuk aklıma hiç de tuhaf gelmiyordu. 70 ler soğuk savaş gölgesinde belki de hayatın bir nükleer bomba eşliğinde tamamen yok olacağı endişesi ile yaşanan dünyanın korunmaya değer olduğuna inanılan yıllardı. İnsanların bugün gibi sürünerek yaşamaya çalışmaktansa insan gibi yok olmaya karşı mücadele ettiği zamanlar. O dönemin en değerli şeyi yaşamı korumaktı. Belki de bu yüzden dünya o kadar da çevre felaketleri ile henüz karşılaşmamisken duyarlılık bu denli yüksekti. Bir ağacı öldüğünde toprağa gömmek fikri kısa bir süre içinde bana bu 40 yıllık yürüyen konuşan mücadele eden ağaçları hatırlattı. Hatırlatmaktan öte ağacın bir mezarı olabileceğini düşündürdü. Aslında ağaçlar mezarların üzerinde yer alır. Kendi mezarında uyuyan ağaç. Tabii ki yazarın umduğu gibi keşke canlansa. Ama bu olmayacak tabi . Yine de belki şarkı da söylendiği gibi eskimeyen eskise de değerlenen 100 yıllık 1000 yıllık ağaçlar olmalı ruhumuzda. Kökleri topuklarimizi sarmalı. Yürüyen ağaçlara inanan her ağacın öldüğünde bir mezarı olabileceğine inanan çocuklar olmalı

    YanıtlaSil