31 Ağustos 2014 Pazar

Özdöküm

Çok istersin bir şeyler yapmak, ataletinden sıyrılmak, kendi çizdiğin hayat çizgini tek düzelikten kurtarmak ve hayal ettiğini gerçekleştirmek; ama yapamazsın ya bazen...
İşte öyle bir anda, mutsuzluğa ve umutsuzluğa sürüklenirken ben, hayatımda ilk kez sevdiklerimin yara bandı olma görevimi askıya alıp kendi yaralarıma odaklanmışken, yoruldum derken, senseim acımasız gerçeği vurmuştu yüzüme:
-Yeterince istemiyorsun, demişti. Gerçekten istesen, yaparsın. Kendinden başka engelin yok.
İlk tepki olarak kontratağa geçtim tabi bu "beylik" laflar karşısında. Sorumluluklarım vardı hem kolay mıydı öyle hop diye zaman lazımdı para lazımdı enerjim yoktu yorgundum... 30. saniyenin sonunda sesim kısılmaya, cılızlaşmaya başladı. Evet, bahaneydi hepsi. Ki zaten saydığım gerekçelerin bana engel olduğu yönündeki hipotezimim çürütülmesi 1, bilemediniz 2 dakika sürdü.

Bu konuşmadan 3 gün sonra Sirkeci'deydik. Bana fotoğraf makinesi almak için. Görsel sanatlara ilgi duyan, gittiği gezdiği her yerde müzeden fotoğraf sergisine koşturan sanat tarihi masterı yapma fikri beynini kurcalayan ben, elimde kendi makinemi tutuyordum. Artık ben de kendibakışaçısıylagördüğünüfotoğraflaifadeedengiller'den olabilecektim.
Bir ben klasiği olarak dışımdan "cool" içimden endişeliydim tabi. Ya olmazsa? Ya beceremezsem? Ya estetikten yoksun bir şeyler çıkarırsam ortaya? Gerçekten görsel bir yeteneğim var mı? Bakış açım? Teknik kısmı da öğrenmem lazım öyle baktım bastım oldu olmaz... Gibi milyonlarca soruyu bir kenara bırakmayı başardım. Bu ana kadar heyecanla okuyan varsa, hayalkırıklığı yaratmak istemem, öyle efsane eserler ortaya çıkaran ünlü bir fotoğrafçı olmadım. Zaten hala çaylağım. Şunu söyleyebilirim rahatlıkla, makinemi boynuma asıp sokağa çıkmanın, gitmediğim yerlere gitmenin, gün batımındaki o tatlı ışığı beklemenin, portre çekebilmek için insanlarla iletişim kurmanın-ve bazen kuramamanın, aynı kareyi farklı yansıtabilmek için ayarlarla oynamanın, etrafıma daha dikkatli, daha alıcı gözle, daha farklı açıyla bakmanın güzelliğini yaşıyorum. Ve bence, fena da değilim hani ;) Hele bir de o fotoğraflar beğenilirse değmeyiniz keyfime. Sonuçta, mesele sadece varmak değil, yolda olmak. "Yolda olma"yı, bana analog fotoğraf makinesi hediye edip karanlık oda deneyimi yaşatarak daha da güzelleştiren senseime de saygılar...
Kendime, sevdiğim bir şeylere zaman ayırabilmeye, endişeli ve gergin dünyadan uzaklaşabilmeye başlayınca, çocukluğumdan ilk gençliğime beni şekillendiren, ben yapan en önemli eyleme, spora geri döndüm. Daha doğrusu, bir amaç için spora diyelim. 12 yıllık aktif spor yaşantımın iş hayatına girmemle aniden sonlanmasının bunalımını, kendimi sokağa parka ormana atarak atlatmaya çalıştım bir süre. Bana göre değildi koşu bandında koşup metal aletlerde çalışmak, 20 kişi yanyana dizilip aynaya bakarak pilates yapmak(ki bence kendisi stretchingin hallicesi). Spor yapmak için takım, rekabet ve bir top olmalıydı bence, kadın olmanın zorluklarından biri ile karşılaşıyordum, çarşamba günü "beyler cuma halı sahaya gidiyoruz değil mi" diye mail atılamıyordu  :) Peki ben ne yaptım? Koştum. Amaçsız. Süresiz. Sadece kendimle mücadele ederek. Derken, bir mail ile o beklenen kıvılcım çaktı gözlerimde: "Runtalya'ya maratona gidiyoruz sen de gel 10k koşarsın rahat". 10 dk içerisinde uçak biletimi almıştım. Gittim, tekrar bir spor organizasyonun parçası olmanın tadını aldım. Şimdi çok planlı programlı olmasa da daha düzenli koşuyorum, 2015 runtalyada yarı maraton amacım ;) Aaaa bir de ondan önce İstanbul Maratonu var, yıllardır işim yüzünden bir türlü katılamadığım. Kaydoldum bile :)
***O kadar uzun süredir yazmamışım ki bir solukta döküldüm, şimdi kahve hazırlama molası***
Mmmm... Doğa annenin insanlığa armağanı :) Tamam nerdeydik? Buraya kadar mutlu gitti hikaye. Bundan sonrası da mutsuz değil, umutlu ama zafere giden yollar dikenli tellerle çevrili diyelim...
Efendim, bu blogu okuyan sınırlı sayıda okuyucudan beni tanıyanlar çok çok iyi bilir ki, çocukluk hayalim doktor olmaktı. Ortaokulda ne olacaksın sorusunun cevabı cerrahtı mesela. Liseye geldiğimde artık interneti de keşfetmiştim, otopsiden biyopsiye kalp ameliyatına istediğim her görüntüye ulaşabiliyor ve kendimce öğreniyordum. İçinde doktor olan her diziyi konudan bağımsız izliyordum. Zaman geldi, geçti ve üniversite sınavına girdim. İyiydim, ucundan derece sayılabilecek bir puanım vardı ama... AMA. Hacettepe Tıp için puanım yetersizdi. Ve-daha önce söylemiş miydim :)- ben obsesiftim. Ankara, Çapa, Cerrahpaşa ya da Ege Tıp mezunu olmayacaktım. Evet mantığı yok. Takıntı. Hastalık. Psikiyatri bunu nasıl açıklarsa ondan.
Ne mi yaptım? Ben hiç alternatif plansız adım atar mıydım? Emindim, mühendis olmayacaktım (bir dayanağı yok, şimdi de öyle düşünmüyorum, o zaman için emindim sadece) Bizim dönemimizde işletme-iktisat çok popülerdi ki hala öyle, ve aynı alanmış gibi birlikte anılırlardı. Oysa, ekonomi alanında çalışan akademisyen kuzenden, ikisinin aynı şey olmadığını, iktisatın-ekonominin bir sosyal bilim olduğunu ve araç olarak matematiği, istatistiği yoğun bir şekilde kullandığını, modelleme yaptığı, işletmenin ise ingilizce adından da anlaşılacağı üzere "business administration" olduğunu öğrenmiştim. Kuzen şunu da belirtmişti tabi: amacın "bilim"se, "öğrenmek"se iktisat, ama üniversite yıllarım gevşek geçsin okul bitince de en havalı ve yüksek maaşlı işe ben konayım dersen işletme.
Nihayetinde, benim kafamda, evet evet iktisat, neden olmasın, insana dair neticede, fikri vardı. Ve müthiş(!) bir tercih formu ile odtü iktisatı kazandım (1. HÜ İng Tıp, 2. HÜ Türkçe Tıp, 3. ODTÜ İktisat, 4. Ankara Tıp-tamamen iktisat ve tıp işte, sadece en sona bir yere odtü gıda yazmıştım abim sağolsun, "en azından odtü" demişti =) ) Şu an geriye dönüp baktığımda, çok bilinçli olmasa da isabetli bir tercih yaptığımı düşünüyorum. Yarın sınava girsem yine tıp ve iktisat tercihi yaparım mesela, yanına bir de endüstri mühendisliği eklerim.  Gerçekten keyif alarak, öğrenmeye çalışarak geçirdim üniversite dönemini. İlk 3 yılı çayır çimende antremanda maçta geçti doğal olarak da, 3. ve 4. sınıfta esas bölüm dersleri başlayınca ufkum açıldı beynime daha fazla kan gitti :) Okul bitince de, akademik eğitime devam mı tamam mı, iş hayatına başlanmalı mı ikilemi bekliyordu herkes gibi beni de. İş hayatını tercih ettim. Eğer ben mezun olduğum sıralar merkez bankası araştırmacı alım sınavı açmış olsaydı, şu an orada olurdum bu şerhi de düşmek isterim-o zamanlar MB bağımsızlığına inanıyorduk, ve bir gün ülkenin para politikasında söz sahibi olabileceğimize.
Eğitimim ve işimden yana bir şikayetim yok, aksine, doğru tercihler yaptığımı düşünüyorum. Sadece eksik kaldığını hissediyorum. Eğitim aldığım alanda daha fazla okumak, öğrenmek çalışmak istiyorum. İstedim. Zamanım yoktu hep. Zamanı olmayanlar için parasını ver diplomayı al lisanüstü programlar vardı elbet, ama baştan önyargılıydım kendilerine karşı. Son dönemlerde bu tip programlara devam eden insanların ders notları ve ödevlerinden anladığım kadarıyla da çok haksız değilim önyargı oluşturma konusunda.  Başka alternatiflerim de var. Evet var ve orada duruyorlar. Komik olan, objektif olarak dışarıdan bakınca önümde bir engel yok; bana sorarsanız ise bileğimde pranga var. Bilmiyorum. Ne bir şeyler yapabiliyorum, ne kafamdan çıkarıp atabiliyorum bu isteğimi. Araf hali, can sıkıcı.
***
Ve en sevdiğim ay eylül...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder