6 Ekim 2016 Perşembe

Bencilliğim ve hayata tutunduramadığım ağaçlarım üzerine - II

Beni azıcık olsun tanıyıp da, sabahları erken kalktığımı, sabah insanı olduğumu bilmeyen var mı?

Yine erken uyanmış, ormanda koşmuş eve dönerken, seraya uğramak vardı aklımda. İlk ağacımın acısını dindirmiş ayrılığı kabullenmiştim. Şimdi tekrar zamanıydı. Bu yazı İstanbul'da geçirecektim, önceki yaz olduğu gibi. Avcı toplayıcılıktan tarım toplumuna geçiş.

Elindeki hortumla yan yana dizince yeşil bir halıya benzeyen fideleri sulayan teyzenin çiçekleri ayrı bir güzel göründü gözüme, durdum. Ne istediğimi biliyordum, şöyle bir bakındım ve turuncu sarı yeşil meyveli ağaçlara yöneldim. Dallarındaki yeşil limonlarını görünce gözlerimden kalpler fışkırmasına neden olan ağacı kaptım hemen, bunu istiyorum dedim.

Bu seferki ağacım başka diyarlarda yetişip de ithal edilmiş narin bir canlı değil, basbayağı bizim buraların toprağa kökleriyle sıkı sıkı tutunmuş ağacıydı. Avrupada değil Ortadoğu coğrafyasında doğup büyümüş olmak mutlaka onu da daha dayanıklı yapmıştı hepimiz gibi.

Sabırla dinledim bakımını, balkonda açık havada tutacaktım elbet, şu seramik saksılar iyi güzel görünüyordu da öldürüyordu bitkileri hava almıyordu fazla suyu akıtacak yeri yoktu, zinhar seramik saksıya dikmeyecektim, sulamayı ayarında yapacaktım meyvesi varken su isterdi de abartmamalıydım, bir de havalar serinleyince üşür diye ev içine almamalıydım sıcakta böceklenirdi ölürdü ev konforu değil kendi yapısına uygun bir doğal ortamdı ağacımın aradığı. Fazla ihtimam öldürürdü onu. Sadece aşırı soğuklarda korumam gerekirdi donmaması için.

Ağacım ve ben evimize geldik. O balkonda beni beklerken, duş ve kahvaltı faslını tamamladım, şimdi onunla ilgilenme vaktiydi. Tabi ki daha güzel göründüğü için seramik saksı kullanacaktım ama önce plastik saksıya dikip, çakıllarla gerekli boşlukları sağlayıp öyle alacaktım şık saksıya. Özenle çıkardım ağacımı eski saksısından, taşları, börtü böceği temizledim kökün etrafından, ve diktim yeni saksısına, taze toprakla. Can suyunu verdim önce, sonra sağa sola salınan ince dalları tokayla destek sopasına tutturdum. Kırmızı seramiğin içerisine de yerleştirince... Olmuştu işte. O mutlu, ben mutlu. Kahvemi yapıp keyif sigaramı içtim limonumun güzellliğine karşı.

***

Aylar, aylar geçti. Mantıksız olduğunu biliyordum ama, ağacımın benim iç dünyamın yansıması olduğuna inanmaktan vazgeçemiyordum. Benim aklım, duygularım berraklaştıkça, duruldukça, huzursuzluklarım azaldıkça o çiçek açtı, meyve verdi. Kendimi dış dünyadan korudukça, duvarlarımı yükselttikçe ben; korudum kendimi, ve tabi ki onu. Yüzümüzü güneşe dönüp, köklerimizle topraktan beslenerek büyüdük ikimiz de. Sonbahar gelip geçmiş mevsim kışa dönüyordu artık, benim ellerimi üşüten hava ağacımı buz kesiyordu. Daha kuytu bir köşeye aldığım ağacımı karton koliler ve etrafına sardığım naylon kılıf koruyordu. Limonu kalmamıştı üzerinde ama hala mutluydu, dalları güçlü yaprakları diri.

Tarih tekerrür etti sonra. Gitme zamanı geldi. Bu seferki gidiş keyfi miydi? Hayır zorunluydu. Ruhumun en sevdiklerimle bir arada olmaya ihtiyacı vardı. Özlemiştim çok, ve ultra gelişmiş iletişim araçları sabah uyanıp birbirimizin yatağına misafir gitmenin, yemeğimizi bitirdikten sonra konuşmamız bir türlü sona eremediğinden toplanamayan sofraların, sade kahveyle filtresiz dertleşmelerin yerini tutmuyordu hiç. Halasının küçük balığının kokusunun yerini hiç bir güzellik doldurmuyordu.

Uzatmaya gerek yok. Gittim yine. Sevdiklerim için, sevdiğimi, emek verdiğimi kaderine terk ederek. Çok soğuk oldu İstanbul gittiğim o iki hafta. İstanbul soğuk, Göktürk İstanbul'dan daha soğuk. Kar yağdı. Ayaz oldu. Ağacımı ayaz vurdu. Dönüşte beni karşılayan, dökülmüş yapraklar ve rengi yeşilden kahverengiye dönmüş dallar oldu.

***
Bencilliğim ve hayata tutunduramadığım ağaçlarım üzerine - I

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder