8 Ekim 2017 Pazar

Odile vs Odette?

Ortaokul çağındayım, 90ların sonunda olmalıyız. Yer, Ankara Opera Sahnesi. Fındıkkıran'ın prömiyerine davetliyiz, Kültür Bakanlığı'nın çalışanlarına ayırdığı kontenjandan, anneme bir şekilde sormuşlar gitmek ister misin diye, kabul etmiş o da. Hayatını sanata adadığından, ya da çocuklarının eğitimi konusunda okuduğu kitaplardan öğrendikleri dolayısıyla değil, annelik iç güdüsüyle, benim seveceğimi düşünerek*.

Gün gelip çatıyor, toplanıp gidiyoruz. Salon o kadar kalabalık ki, davetiye sahiplerinin bir kısmına yer kalmamış, sandalyeler dizilmiş. Onlar da dolduğundan, bir kısmımız yerde, merdivenlerde oturuyoruz. Gösteri saati yaklaşıyor, 1-2 dk kala kapılar kapanıyor, içeride çıt çıkmıyor.**

Ve sahne. Müzik. O kadar şatafatlı, o kadar etkileyici. Kulaklarımda orkestranın sesi. Muhtemelen ağzım açık izliyorum. Sonuna kadar, soluksuz. Başta anlıyor muyum tedirginliği, sonrasında bir şey kaçırmayayım telaşıyla. Sahnede dansçılar tüy gibi, kuğu gibi, su gibi. Müzik ruhuma dokunuyor gözlerimi kapatmak istiyorum sadece duyma duyusuna odaklanmak; ama bir an kırpsam sahneyi kaçıracağım hissiyle pürdikkat gözlerim... Sonunda, bakıyorum herkes ayakta ben de kalkıyorum en çok alkışlayan olmak için.

Böyle tanıştım baleyle. Tchaikovskyle. Yıllar geçti, klasik baleye ve klasik müziğe ilgim gelişti, Tchaikovskyi hep başka bir yere koydum. Şu anda da sorsanız Mozart mı Tchaikovsky mi diye, Kuğu Gölü derim. Odile ve Odette ikiliğinin sahiciliğinden etkilenirim; küçük kuğuların dansını her izleyişimde tüm içtenliğimle gülümserim. Bir de, Black Swan sevengillerdenim.

Neden anlattım bunları? Bir süredir Tiflis'teyim. İnsan bir yere 3-5 günlüğüne gidince, turistik yerleri geziyor, yemeğini eğlencesini keşfediyor, kültürüne ilişkin fikir ediniyor, gördüğü her şey yeni, farklı... Ya da dinleniyor sadece, yol kenarı bir cafeye oturup geleni geçeni seyredip hayallere dalıyor. Tatil anılarıyla dönüyor eve. Ama kaldığı süre uzadıkça, artık hangi ulaşım aracının daha pratik olduğunu, hangi markette et-balık satıldığını, sebze meyveyi nereden alması gerektiğini öğreniyor; ve içerisinde bulunduğu kültürün günlük yaşantısının kendisine tanıdık ya da alışılmadık gelen yanlarını da. Gürcistan Sovyet geleneğinden gelen, bununla kalmayıp tarihi boyunca müzik eğlence dansla anılan bir ülke. Burada yaşama adapte olmaya çalışırken, Tiflis Devlet Opera ve Balesi'nin yeni sezonda Kuğu Gölü'nü sergileyeceğini gören ben, hemen aldım biletleri prömiyer için. İş çıkışında gittik. Salon tamamen doluydu, ilk gösterim olduğundan, herkes davetiyeliydi, sanırım bu şehirdeki tüm expatlar oradaydı. Salon çok hoş, 160 yılı aşkın bir geçmişi var. Orkestra müthişti. Dansçılar oldukça genç ve heyecanlılardı, bence gayet iyi bir performans sergilediler. Dansçıların etnik çeşitliliği ise görmeye değer, birisi Cengiz Han'ın torununa benziyor, diğeri tam bir Kafkas, ötekisi ise Rus Çarının torunu :) İlk başta biraz tutuk olan baş balerin, ikinci perdede büyüledi, içindeki karanlık kadın Odile ortaya çıktı. Sayelerinde tüm duyularımıza hitap eden bir akşam geçirdik. O gece, baleyle ilk tanıştığım zamanlara götürdü beni, 20 yıl öncesine.

Madem konumuz bale, finali de senseim sayesinde öğrendiğim bir masterpiece ile yapalım.

Bolshoi Ballet School, Moscow, 1958. Cornell Capa

bolshoi ballet photo black white ile ilgili görsel sonucu

*Bu ülke böyle aydınlanıyor işte, ortadirek devlet memuruna davetiye verip ilgisini sanata yönlendirerek, CSO konserlerinin biletlerini 3-5 kuruşa satıp üniversitelerden servisler kaldırarak, en ücra köşelerdeki halk kütüphanelerini dünya klasikleri ile doldurarak.

**Bunu neden vurguladığımı anlamak isteyenleri Süreyya'da bir gösterime gitmeye davet ediyorum. Ortam İstinye Park'ın sinemasındaki Kayıp Balık Nemo salonu hareketliliğinde.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder