8 Ekim 2018 Pazartesi

Beş Şehir

Ankara

Her geçişimde şaşırıyorum hala girişteki Kazan tabelasının yerini Kahramankazan'ın almasına. O kadar işte. Başka şaşırtıcı bir şey olmuyor Ankara'da. Koca bir lunaparka çevrilme çabasına inat,
güvenilirliğini, değişmezliğini seviyorum bu şehrin. Annemin hala gece üstüm açık mı diye kontrole gelmesini. 90'a merdiven dayamış babaannemin atlet giymemem ve ekmek yememem konusundaki 25 yıllık kaygılarını. Aklından geçenlerin gözlerinden anlaşıldığı dostlukları. ODTÜnün insana direnme gücü, umut veren havasını.

Hala sahici burada her şey. Yaz akşamları serin. Kışları güneşli, ayaz.

İstanbul

Kışın yağmur ya da kar yağarken ve sert eserken rüzgarlar, hele bir de gün batmış gece olmuş yanmışsa ışıklar, o yol hep Galata köprüsünden geçiyor boynumuzda asılı makinalarımız, ellerimiz cepte.

-Biliyor musun Da Vinci de bir köprü tasarlamış Haliç için.

Her geçişimizde bir kaç yeni cümle. Sen hep "biliyorum" diyorsun benim "biliyor musun" dediklerime, bense hep hayretler içerisinde seninkilere. Sonrası aynı, sessizlik. Rota neresi; karar senkronize ayaklarımızın. Yollar bizim.

***
Reçete:
Canın sıkkın bedenin yorgunsa gün batmadan hemen önce bir Beyoğlu terasında şarap
Keyifle uyandığın tembel hafta sonunda Balat sokakları
Anlatmaya dinlemeye ihtiyacın varsa Yedikule Safa
Kafan dağınık kulakların uğultulu ise Bebek-Yeniköy-Sarıyer
Ülke gerçekleri ve sosyolojik gözlem için Bağcılar, Güngören, Sultanbeyli, Arnavutköy
***

Zor ve yıpratıcı olabilir. Hayat, bu şehirde.

Stockholm

Södermalm'da Airbnb evimizin balkonundayız, şehrin adım atılmadık yerini bırakmadığımız bir günün akşamında. Akkuratta içtiğimiz sayısız biranın üstüne neden hızla kafamıza dikiyoruz o jagerleri? Bilmiyorum. Konuşulanlar filtresiz, dinlemeler yargısız. Ne çok kırılıp dökülmüşüz de kendi içimizi kanatmışız. Doğum günlerimizi için kendimize hediyemizdi bu tatil. Herkes tersyüz oluyor, içler dışımızla bir. Eylül akşamı soğuk İskandinav diyarında.

Ben o gece öğrendim paylaşmanın hafifleticiliğini. 31 yaşımda.

Moskova

Plansız programsız sadece kendimi alıp gittiğim Moskova'daki ilk günümde bit pazarına atıyoruz kendimizi. Her tezgahı kurcalıyorum, matruşkalar açıyorum, porselenler inceliyorum ve gülümsüyorum Laleli, Eminönü menşeili ıvır zıvıra; aldığımız iki makina kısa günün karı. Sonraki durağımızı bilmiyorum, sadece yürüyorum yanında, ben misafir o şehrin gediklisi... Yağmur bastırıyor, içine konulduğu kabın şeklini almaktan yorgun bedenim huzur buluyor ıslanmaktan, ıslanarak yürümekten. Geldiğimiz yerin mezarlık olduğunu anlayınca adımlarım hızlanıyor heyecanımdan. Gerisi Nazım.

İhtişamlı yapılar, geniş yollar, ışık, park, heykel, sanat demek Moskova; Puşkin, Çehov, Lenin, Gorki demek; çarlıktan soğuk savaşa ürpererek dinlenen hikayeler, tırnaklarından gözlerine renkli, makyajlı, abartılı, gösterişli kadınlar demek aynı zamanda.

Antalya

Biliyorsun rutini severim ben. Hep aynı cafeye gider, aynı masaya oturur, aynı kahveyi içerim.

Koşuya gidelim yine. Kaledeki o dar odalı ama temiz otelde kalalım, yatmadan mutlaka hatırlatalım resepsiyona sabah kahvaltıda tahin pekmez istediğimizi. Köfte piyaz yiyelim hep, sanki şehirde başka bir şey yok ve biz 2 günde en fazla köfte piyazı yemek zorundaymışız gibi. Ben hep sevineyim yol kenarındaki portakal ağaçlarına. Körfezin kenarından ufka bakıp gördüğümüz yerin Kemer olup olmadığını tartışalım.

Akdeniz güneşinden yüzümüz yeterince yanınca şubat ayında, dönelim eve.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder