27 Ocak 2019 Pazar

Yeni Yıl Hikayesi

Toplanın şöyle. Askerlik anısı anlatacağım bu akşam.
Sene 2010. Kaplumbağa gibi evimiz sırtımızda Anadoluda geziyoruz iş icabı. Çok çalışıyoruz, işin çoğu ofiste yapılıyor, minik bir kısmı ise müşteri ilişkisi. İstanbulda kimsenin umrunda olmaz ya öyle şey, Anadoluda insanlar bizi oralara gitmiş değerli misafir olarak görüyor, ağırlamak istiyor. Keza bizim tarafta da gidilen yerdeki ağır topları ziyaret, işin şanından. Görüşüyoruz, tanışıyoruz, konuşuyoruz. Ve akşama rakı sofrasına davet ediliyoruz.

Akşama yemek, yol kenarı bir benzin istasyonunun bahçesinde. Gidiyoruz gün batımına yakın. Ev sahipleri, ilçenin tüccarı, futbol takımı sponsoru, belediye meclis üyesi, ağası, dedesi her şeyi 60 yıllık dost 2 amcamız. Tatlı tatlı demlenmeye başlamışlar bizden önce. Arabadan indiğimizi görünce fırlıyorlar sandalyeden, ayakta karşılıyorlar. En genç ben olsam da, baş köşe benim, ortamdaki tek kadın olduğum için.

Yerleşir yerleşmez beyaz peynir, kavun, salata tazeleniyor, rakılar doluyor ince uzun bardaklara. Yine kadın olduğumdan, bir tek bana "tek mi abla" deniliyor, "yok, duble". Sohbet başlıyor. İş, güç, piyasa, ekonomi hava, su, memleket. Ortamda herkes racon biliyor, kim hangi dünyanın insanı olursa olsun, gerginlik, tartışma, tatsızlığa yer yok o masada. İstanbul plazalarında küçümsenen koca bir dünyayı tanıdım ben o sofralarda.

Memleketin en iyi kuzu etinin bulunduğu yöredeyiz, pirzolalar geliyor, köfteler uçuyor, işkembe kavurması senin kokoreç sarma benim... Hayatımın en lezzetli sakatatını yiyorum ben o sofrada. Ve en çok rakıyı içiyorum sanırım. Ev sahiplerimiz o kadar rahat, o kadar bol, o kadar keyifle içiyorlar ki, onların dublelerini zaten bir yerden sonra sayamıyorum, kendiminkini ise bırakıyorum akışına.

Artık yeme faslı sona eriyor yavaş yavaş. Peynir tatlısı geliyor masaya, dünyanın tüm tatlılarına aşık olan benim sevmediğim tek tatlı. Bilen biliyor rakıyla tatlıyı da sevmem ya. Bir lokma tadıyorum sadece. O sırada kahveler de geliyor. Saat biri geçmiş, kahveleri de içip toparlanma vakti... Derken...

Benzin istasyonundayız dedim ya. Çalılıklar var oturduğumuz masanın etrafında çardakta oturanlar görünmesin diye. Hooopp 3 genç fırlıyor çalıların ardından. Keman, klarnet, darbuka ellerinde. Başlıyorlar çalmaya, söylemeye. Roman müzisyenlerin o en ağır şarkıyı bile şenlendiren tarzıyla sanat müziğinden başlıyorlar. Araya 1-2 pop arabesk giriyor, sonra Müzeyyen Senarlara Zeki Mürenlere dönüyorlar. Masanın en şen şakrakları amcalar, bizim cenahta ise bir acaba, bir fren, bir kontrol hali. Gerginliği ilk bozan ben oluyorum. İnsan hayatında kaç kez gecenin 2sinde taşrada bir benzin istasyonunda böyle sofra, böyle müzik görebilir ki? Başlıyorum söylemeye, repertuarım geniş, sesim kötü ama, 3. dubleden sonra ne gam. Ekibin geri kalanıyla göz göze geliyoruz, sefamız olsun...

***

Niye anlattım bu hikayeyi? Hoşuma gittiğinden. Keyif aldığım iz bırakan bir akşam olduğundan. Dön bir geriye bak. Hepimizin hayatından o kadar çok var ki o anlardan. Yeni yıl geldi ya. İyi dilekler yeni başlangıçlar değişimler dönüşümler... Hepsi hikaye. Nasıl bakarsan öyle görüyorsun, seçtiğini yaşıyorsun. Mutlak mutluluk kendini bulmalar arşa değmeler sonsuz aşklar. Yok. İnsanın arayışı, hayatına anlam katma çabası insanlık tarihiyle yaşıt. Bu bir yolculuk. Ne olduğunu bilmediğin istasyona varacağım diye debelenirken yolculuğun kendisini kaçırmamak gerek. Yıl 2018miş 19muş fark etmez.

***
Şunu da söylemeden geçemeyeceğim aynı seyahatte ülkenin gerçekten en vasat ilçelerini gezdik-bir tanesinde bizden sonra Bir Zamanlar Anadoluda çekildi, öyle dillere destan bir kasaba sıkıntısı yani- ve her birinde yılkı atlarından alkolsüz underground rock bar deneyimimize hatırladıkça gülümseten izler kaldı bende. Seviyorum sizi ekip :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder