28 Ekim 2013 Pazartesi

Otel Odaları

İçerisinde konuşulanların paylaşılanların yaşananların gizli kalması için mi loştur hep?
Beni bunaltıyor...

gülden karaböcek-otel odaları
amy winehouse-back to black
ahmet kaya-giderim
ac/dc-back in black (eve dönerken :D)

18 Ekim 2013 Cuma

Bulut, Yağmur, Karanlık

-Ketumsun hep. Sessiz genelde. Ama seni heyecanlandıran, mutlu eden şeyleri, kelimelere sığdıramıyorsun. uzun uzun tasvir ediyorsun, dedi.
-Çok konuşuyorsun, gevezelik etme mi diyorsun yani, dedim.
-Hayır, dedi, aksine. Anlat, anlat ki gözlerindeki yıldızlar parlasın ve ben senin mutlu olduğunu bileyim.
***
Günün playlisti:
-Mabel Matiz/Aşk Yok Olmaktır
-Tindersticks/Dying Slowly
-Vega/Ankara

17 Ekim 2013 Perşembe

Ada

Sabah tam 7'de uyanıyorum yine, o küçük pembe hapları içmeyi bıraktığımdan beri biyolojik saatim eski haline döndü. Aylardır bir bavulun içinde gezinip durmaktan eskimiş kıyafetlerimi giyiyorum, acele etmeden. Kara şimşeğim beni bekliyor, yola çıkıyoruz. Trt fm e ayarlı radyoyu açıyorum hemen. Uzun yolculuklarda trt fm dinlemek, çocukluğumu hatırlattığından mı yoksa kendimi diğer radyoların çekmediği ıssız bir yerde gibi hissettirdiğinden mi bilinmez, hoşuma gidiyor. Ah bir de şu spikerler konuşmasa, hep müzik olsa. Denizlerin kenarından dağların üzerinden ormanların içinden geçe geçe Geyikli İskelesi'ne varıyorum, feribotu beklemeye başlıyorum. Ya da gemi. Feribot, bu idonun daha hızlı aletlerine verilen isim mi acaba? Ankara'da büyüyen ve feribota ilk kez 26 yaşında binen bir bozkır çocuğu için çok etkileyici, her ikisi de. Gemi, evet, gemi. Bekliyorum, gözlememi yiyip çayımı içerek. Üstüne bir sigara. "Gemiyi beklerken sigara içme" imgesi, beni hüzünlendiriyor, hala.

Geliyor gemi, düdüğüyle de selamını çakarak. Ne kadar kısa sürede ve rahat sığıyor o kadar araba insan kalabalığı bir taşıma aracına? Denizsiz şehrin çocuğu olarak yaşamım boyunca deniz taşıtlarına hayretle bakacağım galiba. Anlaşıldığı üzere istikamet Bozcaada. İlk gidişim. Çok kalabalık, çok "istanbul benzeri", çok yapay olmasından çekiniyorum aslında. Bu yüzden gitmek için bayramın ilk gününü seçiyorum, diğer gezgin adaylarının aileleriyle geçirmeyi tercih edecekleri ya da rotayı deniz sezonu bitmemiş kıyılara çevirecekleri bir tarihi. Böylece olağan halini görebileceğim adanın. Yanımda, cüzdan, telefon, fotoğraf makinesi dışında bir şey yok. Aaa bir de listem. İnternette gezinildi, ayyyy mutlaka yapınnn yiyinnn müthişşşş almadan dönmeyin denilen etkinlikler, popüler mekanlar not edildi. Güzel olmadıklarına dair önyargımdan dolayı değil-ki deneyimlerime göre, bir mekan, yemek, kahvaltı popüler olmuşsa muhtemelen popüler olduğu için abartılıyordur, gerçekten nitelikli olduğundan değil- kalabalığın hengamesine kapılmak istemememden. Hem herkesin geçmişi, kişiliği, kültürü, eğitimi bu kadar farklıyken zevkleri bu kadar aynı olabiliyor? Sadece değişen dünyada ürettiğiyle değil tükettiğiyle var olan insanoğlunun psikolojisiyle açıklanabilir mi?

Bugün zaman kavramım yok. Saatimi de bu yüzden takmadım ya zaten. Telefonum da kapalı. Sadece, acil bir durum olur da kullanırsam diye yanımda taşıyorum. Arayıp da ulaşamayan? Çok arayanım yok, olan da merak etmeyecek kadar tanıyor beni. Hem, bu sefer gerçekten, umrumda değil.

10 Ekim 2013 Perşembe

Kolay mi o girdigin kapidan cikmak

Kahvalti guzeldir. Kaz daglarinin eteginde  yeni koparilmis biber domates salatalikla ev yapimi bogurtlen receliyle tarihi bir konagin avlusunda yapilan kahvalti daha da guzeldir. Uzerine sade kahveni yudumlarken gazete okumak keyiftir.
Sonra bir kac cumle okursun....

"Sen o şarkının o sözünü duyunca kötü olmuyor musun? Ben ölecek gibi oluyorum mesela, o şarkının orası geldiğinde:
"Sen de şimdi herkes gibisin..."

En çok bu cümleyi duymaktan korkanlar var hayatta. Bir de "Hiç eskisi gibi değilsin" cümlesini duymaktan korkanlar.

Başkalarını yüzüstü bırakmaktan korkanlar var hayatta. Bir de kendini yüzüstü bırakmaktan korkanlar.

Sevilmemekten korkanlar var, bir de hiç sevememekten korkanlar. Bence ikincisi daha fena.

Ölmekten korkanlar var. Yaşayamamaktan korkanlar var sonra. Hangisi daha feci geliyor sana?

Çıkış kapısı

Buradan, şu anda durduğun yerden, bir çıkış var. Bal gibi biliyorsun. Duvara bir kapı çiz, açılacak. Bu kadar. Açılmaz mı diyorsun? Güldürme beni. Buraya girerken de yaptığın aynı şey değil miydi? İnanmamış mıydın? Kendini ikna etmemiş miydin? "Olur, ben bu hayata sığışırım, gider bir şekilde" dememiş miydin? Hatırla, bi' düşün. Şimdi girdiğin gibi buraya, çıkabilirsin. Çıkınca kollarını gerersin, omuzlarını düşürüp elini beline koyarsın ve düşünürsün, "Peki ya bundan sonra?" Şimdi ne olacağını düşünme. Sadece dışarı çık. O zaman ne olacağını tamıtamına bileceksin. Çünkü kendine benzeyeceksin. Kendine benzeyenler hata yapmaz. Sence de öyle değil mi?"


27 Eylül 2013 Cuma

Çocukluk


Etrafında olan biten herşeyi hayretle izlediğin,
Dondurmayı, dünyanın en ulaşılmaz ve lezzetli yiyeceği zannettiğin,
Henüz kötülük görmemiş gözlerinin pırıl pırıl parladığı
dönemdir.

24 Eylül 2013 Salı

Hikaye

-Kış, soğuk, karanlık. Zor. Aşılması gereken bir engel gibi. Yaz, ağustos böceklerinin mevsimi. Tembelliğin aylaklığın mevsimi. Şımarıkların mevsimi. İlkbahar başlangıç, tazelik, iyilik güzellik de... Çabucak geçiyor. Arada kalmış öyle. Sonbahar? Hüzünlü, olgun, duru, dingin. En sevdiğim ay eylül geldi de geçiyor bile.

-Bir orada bir burada geçince günler, geceler, insan ara sıra gidebildiği kendi evini yabancılıyor. Otel değil ev kokuyor bir kere. Televizyonu açıyorsun, kumandada ses ve kanal tuşlarını bulmak için 30 sn bakman gerekiyor. Sonra... Kettle'a su koyup kahveni yapıyorsun, üstünü değiştiriyorsun o arada, mumlarını yakıp balkonun camını açıyorsun, koltuğa oturup ayaklarını topluyorsun, sigaranı yakıyorsun. Eveeeet burası benim evim =))

-Ütü yapmaktan hastalıklı bir zevk alıyorum. Hayattaki pürüzleri düzeltmek de bu kadar kolay olsa keşke.

-Murat Menteş, Alper Canıgüz, Emrah Serbes. Hastalarıyım (en çok Emrah Serbes'in :D)Ve diğer afili filintaların da. Menteş'le daha geç tanıştım. Soruşturmalar sırasında Sherlock okuyordum, kitabım bitti, gece 12 den 3e uyuyabilmek için yatakta dönüp dururken birşeyler okumaya ihtiyacım vardı. Dublörün Dilemması kanıma girdi. Hemen peşine Korkma Ben Varım. Bu arada köşe yazılarını da takip etmeye başladım Murat Menteş'in. Ruhi Mücerret'i heyecanla bekledim, yeni okuyabildim. Diğer kitapların heyecanına sürükleyiciliğine yetişememiş maalesef. Sonlara doğru evet tempo yükseldi yine. Ama vasat bir bitiş oldu. Bilemiyorum belki çıta çok yüksek olduğundan. Bende, aceleye gelmiş hissi uyandırdı.

-Bir şarkıya, şarkıcıya, gruba takılıyorum. Ve sıkılmadan sürekli dinleyebiliyorum. Benimle, arabamın sağ koltuğunda yolculuk yapanı bayıyorum :) Yeni takıntım:


7 Eylül 2013 Cumartesi

Muhasebe

Çarkta koşup duran hamster hissimin en üst noktasına ulaşmış halde giriyorum yeni yaşıma.

Dünya için, kendim için ne yaptım diyorum; eften püften cevapların ötesine geçemiyorum. Dünya için derken, bir Einstein, Mandela anlamında değil tabi, kendi çapımda, elimden geldiğince :)

Son 3 yıldır TEGV gönüllüsü olmaya çalışıyorum, ama bir türlü toplantılara katılıp evrak işlerini halledemediğim için olamıyorum.

Bir okula, kütüphaneye bağışlamak için ayırdığım kitaplar 8 aydır koliyle depoda bekliyor.

"Üretiyorum" hissimi harekete geçiren fotoğrafçılıkta, çaylaklığın bir adım ötesine gidemiyorum o manevi değeri maddi değerinin 5 katı olan makinemi alıp yollara düşemediğimden.

Ormanda koşmaya başladım, bedenimin yorgunluğu ruhuma ilaç olsun diye. 4 pazar sabahı kalktım koştum, o mutlulukla oturdum pazar kahvaltısının başına. Sonra... Zaman bulamadım.

Okunacak kitaplar listesi 3er 5er artarken birer birer eksiltmeye çalışıyorum; biriktikçe birikiyor. Üzerine bir şeyler okumak, daha derin öğrenmek istediğim ne varsa... Google a yazarken buluyorum kendimi :(

Neden? Tembelliğimden ya da boşvermişliğimden mi? Değil. Gerçekten değil. Çalışmaktan. Günümün 9 saatini değil, 12 saatini işime adamaktan. Şikayet ediyorum zaman zaman. Ama bu yüzden kimseyi hiç bir şeyi suçlayamam. Benim tercihim. Benim bedelim. Hastalıklı bir şekilde keyif de alıyorum bu işi yapmaktan. Zaten bir gün bu hazzı almadığımda... Giderim.

Buraya kadar olanlar, eksiler hanesi. Gelelim güzelliklere... Son 1 yılda:

Yeni evime taşındım. Kendimce kişilikli ve sıcak olduğunu düşündüğüm barınağımda hoş sohbetli kahvaltılarda, ellerimle yaptığım yemeklerle donattığım akşam yemeklerinde buluştum arkadaşlarımla, ailemle.

Kariyerimdeki önemli engellerden birini aştım. Hem de asgari standartları sağlayarak değil; başarılı bir şekilde.

Sevdiğim, değer verdiğim herkesin iyi ve kötü günlerinde yanlarında olmaya çalıştım; ilgimi, sevgimi hissetsinler istedim. Umarım başarmışımdır.

Datça'da rüya gibi 2 gün geçirdim, plastik şezlonglarla bangır bangır müzik sesi yükselen hoparlörlerin olmadığı bir diyarda hayatımda gördüğüm en berrak denize girdim, sabahları bahçeden badem topladım, akşam televizyon olmayan bir köy evinde radyo dinleyerek şarap içtim.

Çok bunaldığım yoğun bir dönemden sonra, kış soğuğunda, ufak bir çantayla Belçika'ya gittim. Elimde harita, sabahtan akşama sokaklarda gezindim, gördüğüm her müzeye girdim, çikolatacıların vitrinlerine yapıştım, taaa oralardan buraya çeşit çeşit kahve taşıdım. Memlekette ortama uyum sağlamak için arada sırada içtiğim biranın, envayi çeşidini gördüm, tattım.

Kan verdim ameliyat olacak bir hastaya. Aslında dünyaya küçük bir katkı sağlamışım :)

Yeni yaşımda ne yapacağım? Göreceğiz. Hayat, düz bir yol değil, önümüze çıkan güzelliklere ve engellere göre bazen düz bazen sapa yollara giriyoruz, öylece arkamızda iz bırakıyoruz.

Melankoliğim yine. Küçük bir Anadolu kasabasındayım. Otel odasında. Yalnız. Neyse ki deniz, şarap ve sigara var :) Melankoli için şartlar tamam.

Son sözü, Turgut Uyar'ın. Anlamsız bir ortalama.


8 Temmuz 2013 Pazartesi

Paramparça

Çok dostum yok. Hatta az da denilemez. Bir tane var sadece. Evet, 1. Dost kelimesi de garip. Nasıl bir şey? Tanımla deseniz. Anlatamam. House ve Wilson belki. Hani demişti ya House Wilson'a: Sen ölürsen ben yalnız kalırım. Öyle. Bencilce belki sevgim. Sadece onunlayken tüm zırhlarımdan arınıyorum, ben oluyorum sadece. Biliyorum, yargılamayacak, kızmayacak. Dinleyecek. Onunlayken tüm duygular çıplak, gerçek. Böyle platonik gibi anlatıyorum ama biliyorum değil. O da aynen böyle hissediyor. Hissetmek... Evet, bir süredir ilişkimiz buna dönüştü. Önce iş güç derken ayrı şehirler, sonra ayrı kıtalar. İlişkimizde değişen bir durum yok biliyorum, ama o giderken, kahve sigara ritüellerim ve çocukluk anılarımın bir bölümü de gitti...

***

"Kız kardeş"liğimden bahsederim ya hep. Değerli de ondan bahsederim. Nasıl anlatılır ki aramızdaki bağ? Öyle kan bağıyla, anne-baba baskısıyla oluşan bir şey değil ki... Yalnızca biyolojik olarak değil, her anlamıyla birlikte büyüdük biz. Ben, ben olurken, eğitti, yonttu beni. Hep destekti, ama çok da eleştireldi; hatta bazen acımasız... Ben de geri kalmadım tabi, ne düşündüysem ne hissettiysem bildi, yönlendirmeye çalıştım onu hep, olmadı tabi, zekası hep üstün geldi :). Hayat zordu, biz küçüktük, ama ikimiz birlikteyken akıp gidiyordu işte. Hala birlikteyiz. Hala canımın en değerli parçası. Ama... Başka bir ülkeye gitti ya. O can parçası bıçak darbesiyle yara aldı. Birazı koptu, gitti.  

***

Çok sevdim bir adamı. Bir kez. Son kez. Babam gibi, kardeşim gibi; canımdan çok. Eline iğne batsa içim titredi, canım sıkkın dedi gözüme uyku girmedi. En yakın arkadaşını son kez yoğun bakımda gördüğünde sarıldım ona. En sevdiği mekanda rakı içerken de, elinde şarap şişesi romantik şarkılara eşlik ederken de, yere uzanmış yıldızları seyrederken de... Yanındaydım. Kıskanmadım, kısıtlamadım, müdahale etmedim. Müdahale de ettirmedim. Bireydik, güçlüydük. Güzel olan buydu zaten. Birbirini tamamlamalara, bir bütünün parçası olmalara inanmadım hiç. Sevgi böyle birşeydi, olanı sevmekti, kabullenmekti, öyle olduğu için, o olduğu için. Olmadı. Gitti. Elimden gelen herşey, yetmedi. Bir parçam yitti, gitti.

***

Artık parçalanmaya değil tamamlanmaya ihtiyacım var sanırım. Her acıdığında kendine zarar veren bedenim yorgun.

18 Mayıs 2013 Cumartesi

#Birzamanlarankarada

Hep griydi binalar, devlet mülkünün ağırlığına öykünmüştü hepsi. Ledler neonlar yoktu o zaman, titrek sokak lambaları aydınlatırdı ayaz geceleri. Hep aynı desenli koskoca halılar, yer çekmesin diye her milimetreyi örten paspaslar, çekyatlar ve el yapımı ceviz sehpalarla döşenmiş iki göz oda evler vardı. Menemen pişerdi çay demlenirdi küçük tüplerde. "La" küfür değil hitap şekliydi. Kızılaya Ulusa gidilirdi gezmeye alışverişe. Sakaryadan alınırdı balık rakı yeşillik, evde muhabbetle yer içilirdi.  Ankaraya mahsustu küçük gösterişsiz temiz samimi barlarda bira içip en damarından müzik dinlemek sağlam gruplardan. Fm dinlenirdi, 80 model radyoda, akşam oldu mu hüzünlüydü hep, efkar yapardı akşamları tüm şarkılar. Seni sessizliğinden anlayan dostlar, kaba ellerine hiç yakışmayan taraklarla kızlarının saçlarını tarayan babalar, rakı içerken kadınının gözlerinin en derinine bakan adamlar. Yapmacıksız, dürüst.

Bu gece amirimi son kez izlerken yaşlar süzüldü gözlerimden. Özlediklerime.

Eyvallah amirim.



27 Nisan 2013 Cumartesi

Black Swan

Diğerlerinden farklı olmak için en ufak bir çabası olmadığına yemin edebilirim. Öyle, doğası gereği. Doğal, kendisi. Durumuyla barışık, mutlu; dönmüş yüzünü güneşe.

22 Nisan 2013 Pazartesi

Benim Gözümden @home

Bir tencere tavuk suyu... Ama evde sehriye yok? Makarnalari kirsam? Eriste evet eriste... Tarhana? "Tavuk suyuna tarhana" hmmm. Ve sonuc: birazcik kitir ekmek ve taze feslegenle mukemmel corba :))

19 Mart 2013 Salı

Ben Jin

Görsel olarak bir National Geographic belgeseli tadında, sessizlikle anlamlanan bir hikaye; kırmızı başlıklı kızın dağdan ovaya inerek toplumsal hayata katılmaya yeltenip de yine kendisini dağlara, doğaya teslim etmesinin Reha Erdem'in algısından vizyona yansımış hali... Doğa-insan ilişkisi yine esaslı.

Üniformasız, cinsiyetsiz var olmak istiyor Jin. Olmuyor. Dayatmalar, kurallar, yargılar insan olan her yerde.

Filmin ilk yarısında yönetmenin, kürt sorununu irdelemek gibi bir amacı olduğu algısını yaratmamak adına gerçek ve acıların yanından yöresinden dolandığı hissi uyandı bende. Biraz daha ılımlı, "soft" ilerliyordu film. Ama bu düşünce, ikinci yarıda değişiyor. Gerçeklerin siyasi eleştiri amacı gütmeden aktarılabileceğini, izleyicinin gözüne sokmadan yürekleri kanırtmadan var olanın anlatılabileceğini göstermiş Reha Erdem. Kendisi de benimkine benzer bi eleştiriyi bir röportajında şu şekilde yanıtlamış:

"Gerçekçilik düşünceyi öldüren bir şey. Ben gerçeküstücü değilim, gerçekçi de değilim. Bugün sinemanın kurallarının yüzde doksanı böyle dönüyor. Burada 30 yıldır süren bir trajedi var. Bunun üzerine bir seyirlik yapmak hem yanlış hem zararlı hem de ayrı bir trajedi. Benim yaptığım, gerçeği bilerek kendi silahlarımla bir yol bulmak."

Jin ağaçların arasında saklanırken askerlerin Neşet Ertaş'tan Ah Yalan Dünya'yı söylemesi, Jin'in girdiği köy evinden ayrılırken evden aldığı hayati şeylerin yanına bir de kitap eklemesi-ve sonrasında kitabın arasında gördüğü fotoğraf ile "olağan" yaşama özlem duyması, bomba ve silah sesleri ile inleyen dağlarda böcekten ayıya yılana doğanın her bir parçasının korku ile titreyen hali, Jin'in ağır yaralı halde belki işe yarar diye karakola getirilen teröristin yaşamına son vermesi, yaralı askere su verip vermeme ikilemi, yolları ayrılırken yaralı askerin Jinle çay bahçesinde karşılaşma hayali...

Son söz: Reha Erdem yine insanların mutlak kötü ya da mutlak iyi olmadığını, grilerden oluştuğumuzu derinden hissettiriyor.

12 Şubat 2013 Salı

Yaşasın Yemek Yemek

İnsan olmanın güzelliklerinden biri de doğadaki envayi çeşit bitki ve hayvandan yapılan misss gibi yemekleri yiyebilmek değil mi :)) Hmm hatta en güzeli bile olabilir. Pazar, market gezmeyi, tarladan domates ağaçtan elma toplamayı, yenek yapmayı ve hepsini yemeyi kendine iş edinen ben, iftiharla sunuyorum...

Şimdiii, Sirkeci'de sağlı sollu kebapçıların esnaf lokantalarının olduğu Hocapaşa Sokak'ı, o taraflara yolu düşen biliyordur mutlaka. Hatta on numara cağ kebabı yapan bir amcamız var ama konumuz o değil. Bilenler cevaplasın soruyu: nasıl bir yemek yemeyi beklersiniz o civarda?

İyi bir döner, simit, turist işi kötü pide kebap, esnaf lokantasında mercimek çorbası ve haşlama. Bu anlattıklarımdan yola çıkarak aklınıza gelen masa sandalye vitrin sunumu ekleyin üstüne. Standart buyken, dışarıdan baktığınızda birbirinin aynısı gibi görünen mekanlardan birinde michelin yıldızına oynayan bir şefin elinden çıkmış, benzeri ancak butik restoranlarda ya da otel mutfaklarında görülebilecek şekilde sunulan, ben lezzetliyim diye bağıran deniz ürünlerini, eti, tatlıyı yiyebileceğinizi söylesem? Hahaha çok komik değil mi?

Gerçek. Evet gerçek. Can Oba Restaurant. Hocapaşa sokağa girin, caminin tam karşısındaki köşede gördüğünüz Can Oba yazısının önünde durun. Buyrun davetini geri çevirmeyin. Masanıza gelen menüyü hiç açmadan, Can Bey'in neleri var bugün diyin. Tamam, bitti. Şefe bırakın gerisini =))

İlk kez, haftaiçi öğlen yemeğinde tanıdım Can Bey'i. Hikayesini buradan okuyabilirsiniz, ben kendi gördüğümü anlatayım. Sizi kendi evine yemeğe gitmişsiniz gibi nezaketle ağırlayan, yemek sunumları arasında sizinle tatlı tatlı sohbet eden, o filmlerde gördüğümüz burnu düşse almayacak Fransız şeflerle alakası olmayan bir şef. Yemekler her biri özenle seçilmiş malzemelerle-İran pirincinin hikayesini yemek yemeye gidince sorun :)-, siparişinizi verdikten sonra taze taze hazırlanıyor. Hazır bir menü yok, şefin mutfağında o gün neler var ise... Sade, şık sunum. Tabağı gördüğünüzdeki ilk mutluluk, yemeği yemeye başlayınca geometrik artıyor.

İlk gidişimde, balık çorbası, ciğer ve çilekli köpük çikolata vardı menüde. Şimdi balık çorbası dedim ya. Normalde yediklerimiz ile alakası yok. Deniz mahsüllü çorba bence o :) Başlı başına yemek, hani öyle yemeğin altına içilen cinsten değil. Ciğerin kendisi çok ayarında pişmiş, yanındaki garnitürler yakışmış. Çilek+çikolata yorumsuz :) Tabi bir öğle tatiline bu kadarı sığdı ama, haftasonu gelene kadar aklım ve beynim orada kaldı...

Cumartesi öğleden sonra gittik ve neler var dedik Can Bey'e. Bana bırakın dedi. Öncelikle karnıbahar çorbası... Ne iğrenç değil mi, kendim hayatta yapmam, annem yapsa yemem, net. Yedim :) Size de öneririm. Aslında karnıbahar kötü bir sebze değilmiş. Sonrasında falafel. Hadi burada biraz ukalalık yapayım, ben memlekette hiç falafel yemedim sayın okuyucu. Sadece Fransa ve Belçka'da yedim. Belçika sayılmaz da, Paris'te Yahudilerin yoğun olduğu Le Marais'te denedim bu Ortadoğu yemeğini. Bana ağır ve yağlı gelmişti hep. Ama içine ıvır zıvır doldurulmadan, üzerinde yoğurtla: olmuş. Üzerine lazanya ve ravyoli. Bu anlattığım yemeklerin her birinin tamamen el yapımı olduğunu söylemem gerekir mi? Ana yemeğimiz ise Vietnam usulü fıstık soslu tavuk. Yanında İran pirincinden yapılmış pilav ve kızarmış muz ile. Son olarak daaaa, yine şefin ellerinden çıkan kuru üzümlü dondurma. Dondurmanın sunuma hazırlanması ayrı bir ritüel ;) Yemekleri yerken bir taraftan da, aa bu ne, hmm içinde xxx var galiba, eee peki bu nasıl bu renk olmuş diyorsunuz. Demeye devam edin, şef hiç bir bilgiyi paylaşmıyor...



Her bir duyunun hissettiği farklıdır ya. O hissedilenleri yazıya dökmek zor. Belki beklenmedik bir yerde böyle bir mucizeyle karşılaşmak, o tezat durum, alınan keyfi katlıyor. Bilemedim. Ama Can Bey'e de söyledim, ben o yemekleri şöyle kıyıda köşede kalmış eski küçük bir dükkanda, bembeyaz örtülü masalarda, içinde taze mevsim çiçeklerinin olduğu vazolarla süslü bir ortamda yemek isterim. Ve en büyük eksikliklerden biri de şarap bence. Naçizane, bu tarz bir mutfağa, dünyanın en ünlü pahalı şarapları ya da standart market şarapları değil, yerli butik üreticilerin her bir şişesi ayrı nitelikteki şaraplarının yakışacağını düşünüyorum ;)

Bu kadar anlattım, e peki fiyat diyeceksiniz. Net bir rakam söylemek olmaz fiks bir menü olmadığından. Şu kadarını söyleyebilirim, kişi başı fiyat, Nişantaşı ya da Bebek'teki bilinen mekanlarda standart bir yemek ve içecek fiyatına eşit.

#lezzetdurakları