23 Aralık 2010 Perşembe

Milli Eğitimle Adam Olacak Çocukları Köreltme Kılavuzu

Kerim devletimiz, biz 80li yıllarda doğan çocukların zekalarının düz-eğik çizgi çizmekle, okuduğumuzu anladık mı sorularıyla, elips şeklinde çizilen ve içine yabancı dil bilen insanların yerleştirildiği kümelerle yeterince gelişmediğine kanaat getirmiş olmalı ki, ilköğretimde köklü yöntem değişikliklerine gitti. Konu komşudan, akrabalardan küçük çocuğu olanlar bu yeni sistem sayesinde kompleks makinalar üretmeyi, oyun metinleri yazmayı, atomlardan molekül oluşturmayı öğrendiler son üç beş yılda. Çocuklar da bol bol din kültürlerini geliştirdiler, ahlak bilgileri edindiler.
Meclis bütçe görüşmelerinde mini mini birlere verilen ödev nedeniyle tartışma çıkmış. Muharrem İnce ve Nur Serter, koca koca insanlar, uğraşmışlar, yapamamışlar, bakan Nimet Çubukçu’ya soralım demişler. Budur ödev:
"Öncelikle verilen harfleri inceleyiniz (e,l,a,t,i,n,o,r,m,u, k,ı,y,s). Her birinde 5’er cümle bulunan metin tabloları oluşturunuz. Toplam 4 metin tablosu oluşturunuz. Metin tablolarını renkli kalemlerle özgün olarak belirlediğiniz ebatlardaki renkli kartonlara hazırlanmış kılavuz çizgilere renkli kalemlerle yazabilirsiniz. Yazdığınız her metne bir başlık bulunuz. Kurduğunuz cümlelerin arasında anlam bakımından bütünlük olmasına dikkat ediniz. Yazdığınız metni görsellerle (resim) destekleyiniz. Göreve uygun bir kapak hazırlayınız."
Nimet Çubukçu ise tokat gibi cevabı yapıştırmış; “Ben üniversite sınavında dereceye girdim.”
Bakanı tebrik ediyoruz. Ben de soruyu cevaplayamadım ama ÖSS başarısından yırttım.
Şu Pisa araştırması da kesin dış mihrakların oyunu.
Hala benim zamanımdaki gibi matematiğin önemli, tarihin önemsiz olduğunu düşünen beyinler-ki bizim müfredattaki tarih gerçekten öyledir, ben tarihin nasıl bir şey olduğunu üniversitede öğrendim-, resimin, müziğin sanat olduğunu bilmeyen ve 23 Nisan resmi denince aklına sadece elele tutuşmuş çocuklar, anneler günü denince de çocuğunu kucaklayan anne gelen öğretmenler, beden eğitimi ders saatini ya herkese zorla takla attırmak ya da sınıfın kızlarını sınıfa tıkıp, erkeklerine futbol maçı yaptırmak için kullanan eğitimciler varsa...
Zor.

10 Aralık 2010 Cuma

Technological Illiteracy

Artık eskisi gibi kitap, dergi, makale okuyamadığımdan yakınıyorum hep. Yaşam tarzım değişti-kahrolsun çalışmak-, zaman bulamıyorum gibi bahanelerim var elbette... Eskiden benim için bir ihtiyaç olan okuma eyleminin şimdi nasıl zorlamayla yaptığım bir aktiviteye dönüştüğünü açıklamakta zorlanıyorum.
Konu nereden aklıma geldi, işte bu yazıyı okuyunca.

"Teknolojinin geldiği noktada birkaç saatte maruz kaldığımız bilgi miktarı, birkaç yüzyıl önce insanların ömürleri boyunca karşılaştıkları oranla aynı. Dahası, bu okuyup izlediklerimizi hatırlamamız gerekmiyor. Gerekli alet edevata sahip olduğumuz sürece birkaç tuşa basarak hepsine yeniden ulaşmak mümkün. İnsan kendine sormadan edemiyor: Acaba bu gelişmeler okuma, algılama ve düşünme şeklimizi nasıl etkiliyor?"

5 Aralık 2010 Pazar

Düşünüyorum

"Aslında insanlar seni hayalkırıklığına uğratmıyor. Sadece sen yanlış insanlar üzerinde hayal kuruyorsun."
Montaigne

26 Kasım 2010 Cuma

Sevgiliye Açık Davet

Burada, bir ömrü benimle geçirmeye...
Var mısın?
(Burası anılarımda çok güzel bir yere sahip olduğundan aklıma geldi, aslında sen yanımdayken yerin önemi yok...)

Günübirlik Yunanistan

İş nedeniyle taa Keşan'a gitmişken yolun karşısına geçmemek olmazdı. Olur mu olmaz mı pasaportum nerdeydi vize çıkar mı derken... Günübirlik bir Yunanistan gezisi organize edildi.

Şansımıza hava güzeldi, sabah Keşan'dan yola çıkıp, öğlen Kavala'ya vardık. Küçük bir Akdeniz liman şehri. Evet, Türkiye'deki birçok sahil kasabasına çok benziyor. Neyse, ayy Yunanistan aynı bizim buralar geyiğine girmeyeceğim.


İşte böyle güneşli, sıcacık bir havada frappelerimizi içiyoruz önce, denize karşı. Bizdeki çayın muadili frappeymiş orada. Ben kahveyi çok sevmeme rağmen soğuk kahveden hoşlanmam, o yüzden frappeyi de müthiş yapıyorlar, çok güzel diyemeyeceğim. Kreması iyiydi yalnızca

Tabi bizde olan birşey onlarda olmaz olur mu, bizim kahveden de yapıyorlar ve doğru bildiniz, adı Greek coffee. Hatta eğer hediyelik eşya aldığımız dükkandaki kadın dillerini bilmiyorum diye beni yemediyse bu da "cezve cafe".


Yunanlıların siestasını duymuşsunuzdur. Saat 2'de koşturmaca bitiyor, tatil başlıyor. Hani bizde cumartesi çalışan kesimin tüm işlerini hallettiği bir gündür ya, yok öyle bir şey. Öğleden sonra herkes uyuyor, evinde dinleniyor, akşam da sokaklara dökülüyor. Boşuna değil ortalığın cafe, bar, restaurant dolu olması. Saat 2 olmadan gezeceğimizi gezip, alacağımızı almamız gerekiyor.

Tarih dersi almış her Türk genci gibi siz de Kavalalı Mehmet Ali Paşa'yı bilirsiniz değil mi? İşte bu Kavala o Kavala, Osmanlı etkisi had safhada :) En dikkat çeken tarihi eser şehri ortadan ikiye bölen su kemeri, Kanuni döneminden yadigar.

Kemerden yukarı doğru tırmanınca kaleye ulaşıyorsunuz. Kaleden şehir ayrı bir güzel görünüyor. Küçük, huzurlu, mavi...Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın doğduğu ev ve adına yapılmış külliye restore edilmiş, ancak biz gittiğimizde kapalıydı, ya saat 2'yi geçtiğinden ya da cumartesi olduğundan. Sonuçta, gezemedim ama öyle bir yer var, gidecek olanlara duyurulur.
Kaleden aşağıya inince şehirde bir iki dükkan gezelim istiyoruz. Mis kokulu fırınlar, aktarlar, içki butikleri... Alkollü içki çeşitlerine dalıyoruz hemen, orijinal neler var diyerek. Uzo ve şarap dolu dükkan, çeşitli şaraplar var, bir kırmızı bir roze kapıyorum raftan. Şaraplar çok matah çıkmasa da değişik içki şişeleri koleksiyonum genişleyecek :) Bu motivasyonla ne olduğunu bilmediğim bir içki aldım zaten, güzel bir şey çıkarsa yazarım.

Yol boyunca yol kenarlarındaki şu heykeller dikkatimizi çekiyor. Bu heykelcikler, ölümlü trafik kazalarının olduğu yerlere yapılıyormuş hayatını kaybedenlerin anısına. İçine de gazyağı, ekmek, su gibi malzemeler konuluyormuş ki daha sonra aynı yerde zor durumda kalanlar yardım gelene kadar durumu idare edebilsinler. İlginç bir gelenek, hoş.

Kavala gezimizi, o meşhur Kavala kurabiyelerinin asıl imalat yerinden kurabiye alarak tamamlamak istiyoruz, alamadan tamamlıyoruz. Tabi ki fabrika da kapalı(ctrl+f "siesta"). Kurabiye hevesimizi free shopa saklıyoruz.

Sıradaki durağımız Dedeağaç (Alexandroupolis). Kavala'ya nazaran daha küçük bir şehir. Acıktık tabi, ilk durağımız güzel bir restoran olmalı. Zeytin ağaçlarının arasından denize doğru ilerliyoruz. Kumsalın kenarında, Fransız zerafetiyle döşenmiş bir mekanda, İtalyan lezzeti karşılıyor bizi. Adını öğrenemediğim -İngilizce ya da Türkçe yazı yoktu- bir restoranda sıcacık ev yapımı ekmeklerimizi sızma zeytinyağına batırıyoruz. Ana yemek olarak deniz mahsüllü makarna seçiyoruz. Yanında da Greek salata, iri doğranmış domates, salatalık, soğan ve beyaz peynir... Mekan süper, yemekler lezzetli, manzara inanılmaz, ee fiyatlar da ona göre. İstanbul ile karşılaştırırsam Midpoint, House Cafe'den pahalı, üst sınıf balık restoranlarıyla aynı. Gezinin bende en çok iz bırakan kısmı bu restoran :) Sevgiliyle gidilecek yerler listesine tepeden giriş yapıyor. Aşağıdaki fotoğraf mekanın girişi ve manzarası.


Artık akşam oluyor, gezinin sonuna geliyoruz. Kısacık da olsa gittim, gezdim, gördüm, geldim işte...

24 Ekim 2010 Pazar

22 Eylül 2010 Çarşamba

Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp.

Yan tarafta gördüğünüz meyvemsinin adı hünnap. Akdeniz ikliminde yetişen bir bitki. Cevizden küçük, fındıktan hallice. Tadı da elmaya yakın. Ortası çekirdekli. Ege bölgesinde olurmuş, ben Bursa-Balıkesir civarında tanıştım kendisiyle.

Çok mu lezzetli, çok mu gerekli? Hayır :)

Ben ilk kez gördüğüm için anlamlı. Frenk inciri denen diken yumağını da Adana'da ilk gördüğümde heyecanlanmıştım. Sempati duyuyorum ota böceğe...

Şöyle bir önemi var hünnapın, kendisi sonbaharın geldiğinin habercisi. Sadece eylül sonunda oluyormuş.

Bana da "kuşlar yuvasına dönüyor, sen hala nerelerdesin" demeye çalışıyor.

Döneceğim ben de, az kaldı.

21 Eylül 2010 Salı

i wish i were...


Deniz bu renk işte Göcek'te.
İnsanda "burada yaşasam kesin çok mutlu olurum" hissi uyandıran bir yer.
***
İşte canım sıkıldı, bunaldım.
Şu an nerede ne yapmak istiyorum diye düşündüm.
Sonuç budur :)
Uzanmışım şezlonga, kitap okuyorum.
***

14 Eylül 2010 Salı

"Bedenimle ruhum aynı yerdeydi..."


Fethiye'de marina manzaralı otelimizde dinlendik...

Ölüdeniz'de eğlendik...
Göcek'e aşık olduk...
Tarih-kültür gezilerinden de eksik kalmadık...
Rüya gibi bir tatil geçirdik.
1 ay olacak neredeyse geleli, daha yeni adapte olabildim gerçek dünyaya.
Hep tatil olsun, sevdiklerimiz hep yanımızda olsun, hep...

22 Temmuz 2010 Perşembe

Nice-Fransa


Çiçekler içinde, yüksek tavanlı, geniş pencereli, yerleri yürüken terliklerinize şarkı söyleten cinsten ahşap döşemeli, tarçınlı kurabiye ve kahve kokulu bir ev; ve yanınızda sevdikleriniz...Huzur, mutluluk.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Reklamlar

Televizyonla pek aram olmasa da reklam izlemeye bayılıyorum.

Vodafone reklamında Orhan Gencebay "mevsim bahar oluncaaaa..." dediği an gönül telim titriyor, büyüksün Orhan Baba, arabesk yavşaklığı mıdır bu acaba :)

Aygaz Euro LPG reklamındaki Alfa benim olsun.

NTV'nin her türlü inşaat-yapı malzemesi reklamından nefret ediyorum. "boru mu bu boru mu bu" reklam jingle ını yazan arkadaş reklamın iyisi kötüsü olmaz diye düşünmüş olmalı.

Erkek evde rahat rahat Lig TV izlemek ister. Haklısınız.

Herhangi bir Adidas reklamına bırakın kötüyü, vasat, orta denilebilir mi? Beggin' remixli olana, şu ölümcül maç temalı, Raullü, Beckhamlı, Ballacklı olana, originalslara hastayımmmm...

Her sene Nilüfer'in yılın annesi seçildiği bir ülkede Arçelik'in gerçek annelerle doğal bir reklam yapma fikri süperdi.

Bacardi mojito reklamı geçen sene mi patlamıştı? Müzik, ortam... Bacardinin bildiğim kadarıyla bizde yayınlanmayan şu reklamı da 10 numara.

Renault reklamında emektarını servise getirip yeni ticari araçlara uzaylı görmüş gibi bakan amcada kendimi görüyorum, 20 sene sonra Şimşeğimle ben de öyle yapacağım :)

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Tabi ya

İlk dansa en yakışan şarkı; Leonard Kohen'den Dance Me to the End of Love.

(vallahi düşünüyor değildim, öyle, duyunca "aaaa" oldu...)


Histoire D'un Amour'u da çok severdim ama Nihalle Behlül bi dansetmişti onda, olmaz.


Neler düşünüyorum.


Sanırım artık zamanı.

2 Temmuz 2010 Cuma

The Twilight Saga: Eclipse

Dün izledim. Tarzı sevmediğimden, hayatta kendim kalkıp gitmezdim; ama grupça gidilince mecburen uyum sağladım. Tam filme girmeden İMDB puanının 3.6 olduğunu öğrenip gitmeme yönünde baskı yapsam da başarılı olamadım.
Önyargısız olmaya çalışıyorum da... Kötü oyunculuk ve kopuk sahneleri birleştirin, hepi topu o. Hani pazar sabahları erken kalkan çocuklar oyalansın diye TRT de fantastik filmler olur ya, aynı onlardan işte. Hayır o meymenetsiz suratlı odunun nesine aşık hemcinslerim onu da anlamıyorum. "Kitabı çok farklııııııııı yüzlerce sayfa o kadar özetlenebiliyooooooo acımasız olmayın" diyenler; dostum, filmin kitabı %100 yansıtmasını bekleyemeyiz tabi, ama kitaptan bağımsız bir şekilde izleyiciyi içine alan bir kurgu, etkileyici bir hikaye olamaz mıydı?
Sonuçta öpüşme sahneleriyle 13-18 yaş grubuna hitap eden manasız bir şeydi.
Gitmeyin, gidecekseniz de gelmek istemeyeni zorla götürmeyin.

PS// 1.Buradan Cinebonus yetkililerine sesleniyorum, Karaman'da mısır+su 2 TL iken 7 TL ye küçük boy mısır satmaya utanmıyor musunuz?? =))
2.Filmin ana fikri, "sizi ısıtacak bir sevdicek her daim gerek" olabilir mi?

20 Haziran 2010 Pazar

Sıkıldım

Ben de bunlardan yapmak istiyorum.
Buraya gitmek istiyorum.
Bir an önce izin zamanı gelsin de tatilimize gidelim istiyorum(daha 2 ay var!).

17 Haziran 2010 Perşembe

Ankara'nın Yeni Amblemi:sen nesin?

Geçen yaz Avanos'ta gidecek bar arayıp da, Ürgüp'teki "Kedinin Yeri" ne yönlendirilmiştik; Asmalı Konak bara çevrilmiş... İsme ve girişteki tabelaya bakılırsa, burası bir rock bardı. Iıh, değilmiş. Türkü bar çıktı, çoluk çocuk halay çekilen. Bi' bira içip kalktık.

Yeni amblem bunu hatırlattı bana. Sadece bunu.Buna bakıp da kafasına Ankara ile ilgili bir düşünce oluşan varsa beri gelsin.

Okuldayken hocalar fiktif ülke isimleriyle sınav soruları hazırları: Macromania, Poratakalland-Elmaland, Utopia, Wonderland...

Gökçekland.

7 Haziran 2010 Pazartesi

Dakikalar sonra...

Hayatımın anlamının doğumgünü.

1053 km uzakta
Seni ne çok sevdiğimi haykırsam
Sesimi duyar mısın?

Elini tutsam, sana sımsıkı sarılsam
Yıllar önce olduğu gibi yine
Gel uzaklara gidelim
Sen, ben.
Der misin?

Beyaz atlı prensime;
İyi ki doğdun, iyi ki benim oldun.

PS//Özlemek üzerine kuruldu baştan bizim ilişkimiz, bu böyle...

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Çalışan insanlar için tatil neden bu kadar önemli, anladım.

Çalışan bir insan olarak günün %42sini işte, %29unu uykuda, %9unu yolda ve %8ini insani ihtiyaçlarımı karşılamak için evde geçiriyorum. Geriye ne kaldııı, %12, 3 saate tekabül eder. Ki bu hesaplama çok net, ıvır zıvır şeyleri de çıkarırsak rahat 2 saate düşer. Gün içinde yaptıklarımdan hal kalırsa bu kalan sürede arkadaşlarla yakın bir yerde kahve içilebilir, evde film-dizi izlenebilir, kitap okunabilir ki zaten tüm gün işte yorulmuş gözler ve beyin kitap sayfalarına bakmaya başlayınca otomatik olarak kapanır ve uykuya kolayca dalınır. Bitti. "eee haftasonu??" diyeceksiniz. O da yalan oluyor sayın seyirciler, haftaiçi yapılamayan her şey haftasonuna ötelendiği için. Haftasonu en büyük keyif, fotoğraftaki gibi deniz kenarında yapılan uzuuunca bir kahvaltı ve üstüne kahve keyfi; yanımda sevgilim, arkadaşlarım...
Keşke o okuduğmuz caaaanım iktisat kitaplarındaki teoriler kadar kolay olsa hayat da, para kazanmak için sattığımız zaman ve işgücünün miktarını ayarlayabilsek. (İşgücümüzü satmayacağımız bir dünya düzeni ütopya). Değerli işverenlerime her gün 9.00-16.00 saatleri arasında çalışmayı öneriyorum, 12-13 arası 1 saat öğle tatili. Tatillerde çalışmak yok, esnek çalışma saatlerine uyum hiç yok! Yalnızca iş saatinde iş var, verimli çalışmayla zaten şu an sağladığım katma değeri yine sağlarım.


Eski fotoğraflarıma baktım. Geziyor, eğleniyor, kendime zaman ayırıyormuşum. Daha bir gözlerimin içi gülüyor sanki. Üzüldüm şu an halime.
"Üzülmeeee harekete geç, kendin için bir şeyler yap" şu saçmasapan kişisel gelişim kitaplarında denildiği gibi :)





21 Nisan 2010 Çarşamba

Siirt'te Tecavüz Dehşeti

http://www.ntvmsnbc.com/id/25084762/
İnsanlığımdan utanıyorum, bunu yapan yaratıklarla aynı havayı solumaktan nefret ediyorum.

Gerçek acı; kısa etek giyene tacizin mubah olduğu, tecavüzcüyle evlenmenin suçu akladığı, küçücük çocukların koca koca adamlara "karı" diye satıldığı, erkeğin cinsel şiddet uygulamasının doğası gereği meşru sayıldığı bir memleket burası.

Ne ilk ne de son. Buzdağının ortaya çıkan bölümü. Eğitimle zenginlikle refahla alakası yok. Beyni, kalbi çürümüş ruh hastalarının eylemleri bunlar. Ne zaman ki erkek çocuklarımızı karşı cinsi de önce insan olarak algılayacak şekilde yetiştirmeye başlayacağız, "göster amcana pipini" temalı erkeklik-güç-erk gösterisini sona erdireceğiz, ergenliğe adım atan gençleri genelev yerine sinemaya, maça götüreceğiz, bel altı küfürlerin komik değil basit anlamsız olduğunu algılayacağız, ahlaklı olmanın dini vecibeleri yerine getirip gerisini koyvermek değil de kötü niyetli düşüncelerden arınmak ve temel insani değerlere sahip olmak anlamına geldiğini idrak edeceğiz...İşte o zaman arınacağız bu toplumsal günahtan.

Olur mu dersiniz bir gün? Ben umutsuzum. Tez zamanda nedir çözüm diye düşünüyorum... Ceza... En ağırından, caydırıcısından. Korku kültürüne alışkınız biz, "sallandırcaksın bunları sultanahmette"cilerden... Geriye çevirir mi olanları, unutturur mu yaşanan travmaları, geri getirir mi kaybolan hayatları; tabi ki hayır. Ama en azından caydırıcıdır, yenilerinin olmasını engeller. Hatta ve hatta benim aklıma gelen tek ve net çözüm suçu işleyenlerin suçu işledikleri organlarına yönelik, hayatta en değerli varlıklarına!!!

Son olarak, ey Siirtliler, böyle birşeyi bilip de susmak, suçu işlemekle eşdeğerdir benim ve diğer tüm İNSANların nazarında!!

5 Nisan 2010 Pazartesi

Sekizinci Sanat Diye Çekici Bir Başlık Koysam?

Evet anlayacağınız üzere sinema. Ne film eleştirmeniyim, ne oyuncu, ne yapımcı. Kendi halinde izleyiciyim işte hepiniz kadar. Avrupa filmi seviyorum (Fransızlar hariç, Çinliler işkence yöntemlerine "üstüste 2 Fransız filmi seyrettirme" yi ekleyebilirler), Hollywood yapımı aşk meşk-romantik komedi onun adı biliyorum- ve aksiyon filmlerini ütü yaparken arka planda izlermiş gibi yapıyorum. Derseniz festivalleri kaçırmazsın o zaman, yoo gayet kaçırıyorum diye cevap veririm. Neden mi? Çalışmaktan :)) Gündüz ve akşam seansları yalan oluyor, gecenin bir vakti filme gidince de ertesi gün iptal, İstanbul'da ulşaım da sorun zaman zaman, ne yapalım, yaşasın korsan DVD sektörü. Bu sene If te yalnızca bir filme gittim, C'est Pas Moi, Je Le Jure(Fransız değil, kanada yapımı). Mükemmeldi diyemeyeceğim, hoş vakit geçirdik ve değişik bir konuydu. İstanbul film festivalinde de şifa niyetine bir filme gidersem yazarım buraya.
Son zamanlarda gittiğim ve çok beğendiğim iki film, Eyvah Eyvah ve Zindan Adası. Eyvah Eyvah, hani "samimi" derler ya, öyle bir film işte, içten, doğal, kasmadan komik...Replikleri yapıştı kaldı ağzımıza :)
Zindan Adasına gelince, zaten Scorsese adını görünce bi' saygı duruşunda bulunmak gerekir. Bu da olmuş, ne diyeyim. Filmi izlerken strese girdim. Yazık oldu Leo'ya. Ben hala bi' emin olamadım son sahnede gerçekten iyileşmediği için mi yine marshall gibi davrandı yoksa gerçekten iyileşmedi mi? Aslında hastaneye ilk gelişlerindeki ayrıntılarını düşününce(deniz tuttu koskoca Nazi soykırımını görmüş adamı, silahını çıkaramadı ortak...) evet bu adam cidden hasta da... Her neyse, süperdi, etkilendim.

İstanbul'a yaz geldi.

Gezelim, eğlenelim.

2 Nisan 2010 Cuma

Yazmıyorum çünkü...

Fiziken olmasa da ruhen tatildeydim.
İnternet bağlantısı sorunu vardı.
Hava çok güzeldi ve her boşlukta dışarı attım kendimi.
Canım istemedi.
Buradan küçük bir af dileğinde de bulunmak istiyorum, uzuuuuuun bir aradan sonra beni bu blog aracılığıyla bulan sevgili İmi, sessiz kalmamın nedeni karşılaşınca ya da telefonda sesini duyunca ne konuşacağımızı, ne yapacağımı bilemememdir, anladığını düşünüyorum.
Bugün eve dönüyorum (İstanbuldayım hala ama evde değildim 2 aydır) ve nispeten daha yerleşik bir yaşam formuna geçiyorum.

Bahar geldi, güzel oldu :))

15 Şubat 2010 Pazartesi

I Need Sunshine...

Güneş ışığıyla çalışıyorum ben. Enerjim kayboluyor, uykum hiç gitmiyor kapalı havalarda. İstanbul da tam benlik yani... Sıcak ama kasvetli, kapalı, gri bir hava... Bir de Ankara ya derler gri, -17 derecede bile güneşi eksik olmaz caaaanımmm Ankaramın :))

Eğitimde olacağımı söylemiştim sanırım, işe gitmiyorum, evet çok güzel bence de :)) Tabi bana kimse "sen git dinlen gez toz eğlen" de demedi, 2-3 günlük sürelerle insanlar gelip işle ilgili konularda tüm gün eğitim veriyor ve sınav yapıyorlar, konu iyi aktarıcı başarılı olduğu sürece ben memnunum hayatımdan.

Eğitim boyunca evde değil eğitimin verildiği yerde konaklıyoruz, bir çeşit otel yani, akşamları boşuz ya, gitmeden sallıyoruz: "toefl a bi' daha girelim, bi' de ales çakalım..." "eğitim sosyal etkinliklere, kurslara katılmak için biçilmiş kaftan mutlaka gidelim" "bende filmler var amannn izleyelim" Peki eyyy kulum, sen ne yaptın derseniz, bol bol yatış, geyik, dedikodu... Trivial Pursuit ve Monopoly götürdüm oynarız diye ama pek sükse yapmadı benim oyunlar.

Kitap okumayı seviyorum. Küçüklüğümden beri. Bir dönem bir gecede kitap bitirme manyaklığım vardı(bırakamıyordum elimden) bir dönem de klasiklere sarmıştım... Üniversitenin başlarında tarihin aslında bize ilköğretimde-lisede anlatılan şey olmadığını keşfettim ve ekonomi tarihi, insanlık tarihi okudum bolca. Sonra gitgide daha az kitap okumaya başladım, zaman bulamıyordum eskisi gibi yalanına sığınacağım maalesef. En azından okul zamanı kitap olmasa da bol bol makale, dergi okuyup körelmemi engelleyebiliyordum, üniversite ortamı besliyordu beni. Şimdi? Elime kitap alamıyorum, başladığım kitap bir ay sürünüyor desem?? Hiç de memnun değilim bu durumdan da, işten çık eve gel saat 8 oluyor, yemek ye topla duş al derken 11i geçiyor, kitabı okumaya başlıyorum, 20. sayfada mışılll mışıllll uykuya dalıyorum :)) Ne yapacağım bilmiyorum, özledim satırlara dalıp kaybolmayı...

Filmelerden bahsedeceğim demişim geçen post, üstünden çoook zaman geçti bahsetmemişim.
Birer satır fikrimi belirteyim:
Whatever Works: Zeka fışkıran eğlenceli bir film denilebilir. Sıkmıyor, bunaltmıyor, gülümserken "allahımmm ne kadar salak-salağım-salaklar" diye düşünmüyorsunuz. Woody abi saygılar :)
Ejder Kapanı: Bir filmde Uğur Yücel varsa default olarak "iyidir bu iyidir" önyargısına sahip oluyorum. Haksız sayılmam galiba, şaheser değil ama Türk sinemasındaki klişelerin dışında başarılı bir film. Ben uzunca bir süre anlamadım valla katil kim :D Ayrıca helal olsun Berrak Tüzünataç a kız bariz iyi hiç sırıtmıyor oynadığı dizilerde filmelerde. Ben kendisini mankenlikten oyunculuğa geçti sanıyordum, haftasonu gazetede röportajı vardı meğer herkes öyle sanıyormuş ama kız hiç mankenlik yapmamış, magazin basını nasıl bir algı oluşturduysa artık!
Dönüşüm: Monica Bellucci izlememiştim uzun süredir. Film ortanın üstü, çok heyecanlı, sürükleyici olmasa da bir çok Holywood filmine tercih edilir. Fazlaca uzatılmış olduğu hissine kapılıyorsunuz en olumsuz yanı o bence.

Kitap okuyamıyorum, film izleyemiyorum dedim ama gezmekten de eksik kalmamışım bu ara... Geçen hafta cuma Nişantaşı'na gittik, amaç şöyle Türkçe pop çalan bir yerde Serdar Ortaç eşliğinde eller havaya yapmak olunca Reasürans'taki Therapy(On The Therapy ya da eskiden Sound Therapy miydi neydi o işte) gittik. Ben masamızın etrafından fazlaca ayrılmadan(dans özürlülüğümden) şarkılara eşlik ederek eğlendim, sevgilim ve kızlar da kurtlarını döktü. Bu hafta da Beşiktaş'a meyhaneye gittik, Vidinli Turgut'a. Rakı-balık muhabbet, daha n'olsun :)

Karışık bir post oldu, az şurdan biraz burdan, daha sık yazsam yazacaklarımı daha derli toplu anlatabilirim sanırsam :)

Mutlu olun, olayım, olalım olur mu?

30 Ocak 2010 Cumartesi

Bazal Metabolizmaya Geçiş

Yeni yılın ilk postu.
Yılbaşında Ankara'ya kaçtım.
Hayatımın anlamı askerden geldi.
Whatever Works ve Ejder Kapanı nı izledim.
Forum İstanbuldaki dev akvaryumu gördüm.
Gözümden 2 kez operasyon geçirdim. (tamam kabul tıbbi anlamda çok ciddi şeyler değiller ama sonuçta ameliyat önlüğü giyiliyor yani)
Öyle, hep birşeyler oluyor işte, yazacağım.
Bu hafta izinliydim, dinlendim, pazartesiden itibaren de daha basit bir iş formuna geçiş yapıyorum, eğitimde olacağım uzun süre.
Yukarıya yazdığım her şey iyi geldi bünyeme.

uyku vakti :)