27 Aralık 2009 Pazar

Kız Kardeşim Ben

Yazmaya başlamadan şunu söylemeliyim: çalışmak, para kazanmak için sabah 7 buçukta evden çıkıp akşam 9 da gelmek yerine, 10 gibi çalışmaya başlayıp 4 te işten çıksak, hem verim artar birim zamanda daha nitelikli iş yapabiliriz, hem de insan gibi yaşamaya başlarız...

Şimdi gelelim haftasonunda neler yaptığıma.
Dün dışarıdaydım, biraz mağaza gezindim indirim var diye, birşey beğenip alamadım. Sevgilim uzakta olunca beni beğenecek kimse yok, kendimi çok çirkin hissediyorum ve giydiğim hiçbir şey yakışmıyor gibi geliyor. Geçici bir bunalım sanırım :) Aaa pardon çok mühim bir alet aldım, dvd player. Benim eski evimde vardı ama evi boşaltınca Ankara'ya gitmişti. Teknosa dan aldım ve bana kutu oyunu hediye ettiler, Tabu ya da Monopoly alabiliyormuşum, tabi ki Monopoly dedim, Borsa ve Milyoner i para bitirmesine oynayan bir nesle mensubum ben.

Sonra kendimi iyi hissedebilmek için n'apsam diye düşündüm ve güzellik salonuna gittim, cilt bakımı artı manikürle kendimi bi' iyi hissettim. Haha şaka gibi beni tanıyan birileri bunları okusa yok canım der, bakımlı bir şahsiyet olmadığımdan :) Vallahi şöyle 2-3 ayda bir cildin temizlenmesi iyi oluyor, benimki gibi hiç makyaj yapılmayan allerjik ve karma cilt kendine geliyor. Manikür zaten başlı başına bir mucize, kırmızı ojeeee :))

Oradan eve gelip eşyaları bırakıp Taksim'e geçtim, uzun süredir gitmemiştim gezindim biraz, iyi geldi. Aslında akşam 10 senelik arkadaşım Gayiş ve onun arkadaşlarıyla buluşacaktım; ama canım hiç istemedi, arayıp kıvırdım ve "ben gelmesem olur mu" dedim, eh olmaz dese de gitmeyecektim ya, neyse.
Bugün sabah da kalktım, kahvaltıda kendime karışık omlet yaptım, nutellalı ekmeğimi yedim.

Evimizin Çiğdemi yok bu haftasonu, Ankara'da. O burda olsa dolap detoksu(nette gördüğümüz bir terim çok beğendik de) yapacaktık, kıyafet ayırmaca, yıkamaca, ütülemece.
Bu haftalık detoksu erteledim ve normal ev temizliği yaptım, süpür sil işte, misss... Çamaşır yıkadım, haftaiçinde giydiğim üstümü başımı topladım. Mutfağa bir el attım, haftaiçi yapıp da yemediğimiz yemekleri, çürüyen bozulan yiyecekleri çöpe attım, tezgahı şööyle bi dezenfekte ettim. Temizlik ne güzel şey, bayılıyorum tertemizz ev kokusuna, bir de o evde öğleden sonraki çayın yanına misss gibi kurabiyeler kekler pişirilirse......
İşim bitti ya evde, geçen hafta Beşiktaş Sinanpaşa Pasajından aldığım dvd lerden birini izleyeyim dedim. Mommo: Kız Kardeşim i seçtim. Süper seçimmiş. İnsan hikayeleri, olağan, hayatın içinden şeyleri anlatan hikayeler hoşuma gitmiştir hep. Bu da öyleydi. Gerçek hikaye. İnternette yazanlara göre film, gerçek hikayenin hafifletilmişi, törpülenmişi.
-Abi annem ıslanmaz mı?
Bozkırdaki durağan hayat. Öksüz iki kardeş, onların yalnızca doğmasına sebep olmuş sonra elini eteğini çekmiş bir baba, çocuklara sahip çıkmaya çalışan ancak ecelin ne zaman geleceğini bilemeyen bu yüzden çocuklar için bir çıkış yolu arayan dede.
Ahmet ve Ayşe. O kadar gerçek iki kardeş hikayesi ki.

Ağladım. Film boyu ağladım. Ayşe abisine sorular sorarken, Ahmet Ayşe'nin saçlarını tararken, Ayşe "baba" derken, Ahmet kardeşine "mommo yok" dese de kendisi de korkusuna yenik düşerken, Ayşe arabada giderken Ahmet peşinden bisikletle yetişmeye çalışırken...

Bozkırın ortasında, Konya'da doğdum ben de. Benim de abim var, herşeyi bilen hiçbir şeyden korkmayan. Öyle sanırdım ben de. Abim, bilgemdi. Abicim "anangurban" ne demek? Abicim şimdi bu kırmızılar hangi kaleye gol atacak, abicim büyükayı hangisi? Hep bilirdi o da, hep bir cevabı vardı. Büyüdükçe öğrendim, yanlışlarını; eksikliklerini gördüm, ama ona olan sevgim, bağlılığım hiç değişmedi.

Filmi izleyince dağıldım, biraz hava almak için dışarı çıktım. D&R dan dergi alayım diye Kanyon'a girdim; ki bi' coşku bi' coşku... Fatih Erkoç konseri varmış. Mükemmel oldu, her taraf ışıl ışıl, kalabalık, açıkhava sayılabilecek bir mekan ve iyi müzik. Epey kalabalık bir orkestra, Evrim adında çok duru sese sahip bir solist ve Fatih Erkoç, müzikallerden parçalar, ispanyolca italyanca şarkılar ve popüler klasikler seslendirdiler. Çok kozmopolit bir kitleydik gerçekten, benim gibi üniversite hayatını yeni sonlandırmış va çalışmayı lanetleyen, haftasonu etkinlik olsun diye gelmiş beyaz yakalılar, çoluk çocuk haftasonu gezisine çıkmış amcalar-teyzeler, Harvey Nichols tan yeni çıkmış kokoş hatunlar ve onların zengin kocaları, kemik gözlük takan tüm şarkıları ezbere bilen amcalar-teyzeler, teenage tabir edilen, haftasonunu Kanyonda geçirebilecek kadar zengin facebook, twitter böcükleri...

Konserin en coşkulu anı "can't take my eyes off you" ile yaşandı.

Herkes bir ağızdan "i love you baby" diye bağırdık.

Hoşuma gitti, uzun süredir konsere gitmemiştim, bir de böyle açıkhavada elde sigara canlı performans izlemek stadyum konserlerini hatırlattı bana.

Büyük şehirlerde insanların sokakta yaşamasından bahsedilir ya hep, ben bunu yalnızca Paris te görme şansı buldum ve çok hoşuma gitti. Fete de la musique e denk gelmiştim ben, müzik festivali yani, sokaklarda standlar kuruluyor ve akşamdan sabaha kadar müzikle dansla coşuyor insanlar. Eğlencenin parayla olmayacağının örneği. İnsanların sınıf farkı kalmıyor orda. Normalde zenci gördü mü kaçan Fransız amca, zenci bir kadınla karşılıklı dans edebiliyor.

İstanbul henüz o aşamada değil, toplum olarak buna hazır değiliz, her sene yılbaşı eğlencesinde Taksimde olanları dehşetle izliyoruz. Ki bence Nişantaşı'da, Bağdat Caddesi'de insanların kız arkadaşlarıyla, eşleriyle, çocuklarıyla rahat rahat gidebilecekleri yerler değil böyle toplu kutlamalarda. Zaten derdimiz kutlamalar da değil, yıllardır halının altına süpürüle süpürüle toz yumağı haline gelmiş, artık saklanmakta zorlandığımız problemlerimiz var. Keşke temel ihtiyaçlarını karşılayıp felsefeye yönelebilen Antik Yunan misali, herkes insanca yaşayabilse bu güzelim ülkede, zorluklarla mücadele etmekten omuzlarımız çökeceğine, güzelliklerle ömrümüzü uzatsak.

Bu da benim yeni yıl dileğim olsun :)

Postu, konserden bir fotoğrafla bitireyim:


Arsene Wenger den yaratıcı fikirler

Abi sahibi olmanın en büyük avantajı, futbol konusunda hemcinslerimden bir adım önde olmak; futbol delisi bir abiye sahip olmanın güzelliği ise tüm dünyada futbolda neler olup bitiyor takip etmeyi ve iyi maçları izlemeyi öğrenmek...


Az önce ntv spor haberlerinde duydum, demiş ki Wenger;

"Bazı oyuncular örneğin Stoke City'li Delap şut gibi taç atıyor ama kullandığı güç, futbolun içinde olan bir kuvvet değil. Bu da bence adaletsizlik yaratıyor. Bunun yerine taçlar ayakla kullanılabilir böylelikle oyun daha hızlı olur"

İlk duyduğumda komik gelse de, haklı olabilir mi diye düşünüyorum şu an.

Sakin ol Wenger.

Nasıl olsa

Taçtan gol olmaz :))

13 Aralık 2009 Pazar

Neler Oluyor Son Zamanlarda

Tokat'da pusu, şehitlerimiz; Bursa'da maden ocağında göçük, grizu patlaması... Ne ilk, ne de son olacak. Sistemin çarkları dönsün diye kimisi sağlığını, kimisi varlığını, kimisi ailesini, kimisi de hayatını kaybedecek. Ne yapabilirim diye soruyorum kendime böyle durumlarda? Ne yapabilirim? Koca okyanusta küçücük bir su damlası olsam da, bir yerden başlamak gerek diye düşünüp, kendi çapımda çocukların eğitilmesine katkıda bulunuyorum, dost sohbetlerinde hem kendi ufkumu genişletebilmek hem de bildiklerimi öğrendiklerimi başkalarına aktarmak adına dinliyorum, konuşuyorum. Meydanlara çıkmanın, iş bırakmanın şiddet içermediği sürece toplumsal tepkiyi göstermek adına çok etkili olduğunu düşünüyorum ve katılabildiğim ölçüde-malum modern zaman kölesiyiz son 1,5 senedir iş, güç- katılıyorum. Kollektif bilnç oluşması, toplumsal tepkiler verebilmemiz, değişmemiz-dönüşmemiz için daha ne kadar dibe vurmamız gerekiyor acaba? Umutsuzluğa kapılıyorum...
Zeitgeist-Addendum u izlemem lazım. İlk filmi izledim. Her ne kadar Zeitgeist Amerikan toplumu için bir adım, uyanış olsa da, çözüm olarak önerilen Venus Project in uygulanabilir olmduğuna inanmasam da, iyi bir başlangıç bence; tabi eğer bu Zeitgeist çılgınlığı yine moda olup tüketilecek bir medya ürünü değilse.
***
Yalnız değilmişim :)) Bir çok insan kağıt üzerinden okumanın ekrandan okumaktan daha etkili olduğunu düşünüyormuş. 2 amca "the myth of the paperless office" diye bir makale yazmışlar. Gelecekte kağıtsız ofisler mümkün müdür sorusunun cevabını aramışlar, ve cevap hayır olmuş. Birincisi, bazı sistemler ihtiyacımıza tam olarak cevap vermediğinden mecburen basılı kağıt kullanıyormuşuz. İkincisi, bir belgeyi okurken not almak, altını çizmek gibi eylemleri gerçekleştirmek her ne kadar artık soft olarak da yapılabilse de kağıdın üzerinde yapılması daha kolay geliyor. Üçüncüsü de insanlar dijital ortamda okuduklarını daha zor anlıyorlar. Evettt evett 3üne de katılıyorum. Araştırmanın sonucunda da teknolojinin kağıt tüketimini azaltmadığını, aksine arttırdığını ortaya koymuş. Eeee tabi, herşey önümüzde hazır, ctrl+p, al bak yırt çöpe at!
***
Beynimi kullanabileceğim, yaratıcı olabileceğim bir işte çalışmak istiyorum!!!
(Pazartesi sendromu mode on)
İş hayatına bulaşmadan önce günlerin hiç bir farkı yoktu benim için, çarşambayı da pazar kadar çok seviyordum. Amma velakin, insan yapmak istediklerini yapmak, almak istediklerini almak, gitmek istediği yerlere gitmek için çalışmak zorunda kalınca ve işin ironik yanı çalışıp para kazanmaya başlayınca bunların hiç birine ayıracak zamanı kalmayınca, herşey sendroma dönüşebiliyor.
12 de yatacağımı düşünürsem, kendime ait son 3,5 saatim, ne yapsam??

17 Kasım 2009 Salı

Markette kasa kuyruğuna son

Efendiimm yaklaşık 10 gün önce tanıştığım ve bayıldığım bir teknolojiyi paylaşmak istiyorum, reklam olcak azcık ama :)
Migros Jet Kasa...
Ben de diğer bütün hemcinslerim gibi alışverişi seviyorum tabi, artııı market alışverişinin yeri bambaşka. Gerçi number one ım pazarlardır sebze meyve konusunda, küçücük salatalıkları, mis gibi şeftalileri, kıpkırmıız domatesleri görüp mutlu oluyorum inanır mısınız :)) Onun dışında kalan herşey içinse, süper hiper mega market olayına hastayım. Tabi market öyle Metro gibi olmayacak ya da Bim gibi(Bime kıl olmama sebep başka şeyler de var malum), koliler vs. Düzenli ve temiz olmalı herşeyden önce, bir de aradığım marka bulunmalı. Marka dediysem öyle Heinz marka ketçaptan bahsetmiyorum da, temel şeyler, ne bileyim Pınar süt, Hacı Şakir sabun olacak mesela. Sadede gelelim, bu şartları sağlayan marketlerden benim favorim Migros. Olumsuzlukları biraz daha pahalı olması-ki toplu alışverişte aynı sepetin toplam fiyatı belli başlı marketlerde genelde aynı seviyededir- ve sebze meyve reyonunun başarısızlığı. O kadar kusur kadı kızında da olur diyorrr ve yepyeni teknolojiyi sunuyorum: jet kasa
Eğer bu uygulama daha önce Türkiye de başka marketlerde varsa bozmayınız lütfen ben yeni gördüm.
Alıyorsunuz, geliyorsunuz, barkodları kendiniz okutup aldıklarınızı poşetliyorsunuz, dokunmatik ekranda işlemi bitiri tıklayıp kredi kartınızı alete entegre pos cihazına takıp ödeme yapıyorsunuz. Kasa fişi ve kredi kartı slibi bızzttt diye çıkıyor. Geçmiş olsun, bu kadar :)) Millet kasada sıra bekleyedursun...
Hoşuma gitti, gayet pratik. Metrocity de var, 20-25 mağazada daha varmış. Kullanın, kullandırın :))
***
Televizyonda dizi açık. Bu Kalp Seni Unutur mu. Ne oluyor, kim kimmiş hiç bilmiyorum, tek bildiğim Issız adamın Ada'sının aynı bizim Çiğdem olduğu :))
***
The Big Bang Theory. Son zamanlarda en eğlenerek izlediğim dizi(ydi). Sonra hayatım ortaçağ karanlığına büründü, koptum bende. Hazır bu aralar Beşiktaş civarındayken korsan sektöründen faydalanıp yetişmek lazım yeni bölümlere. Korsana hayır ama sadece kitapta :P
Flashforward hastalığı sarmış milleti şimdi de. Seveceğimi sanmıyorum. Lost da sarmamıştı beni.
Aşk-ı Memnu. Bak onu da izleyemiyorum kaç zamandır. Eksik kaldım.
***
Normal yaşantımıza devam edip, aynı zamanda "bakımlı kadın" olabilmemizin bir yolu var mı? Bakım dediğim de; oje sürmek ve bonus olmayan, tel tel uçuşmayan saçlara sahip olmak!!
***
İyi geceler.

16 Kasım 2009 Pazartesi

Home sweet home demek istiyorum :(

İstanbuldayım. Ve evde. Sevdiğim, anlaşabildiğim, bana max anlayışı gösteren, destek olan arkadaşımın evinde. Ama... Kendi evimde değil. Kendi düzenim yok. Düzensizlik oldu benim düzenim bir buçuk yıldır; ki bünyeme aykırı bir durum kendisi. Yoruluyorum. Hep birşeyler düşünmekten. Hep beklemekten. Hep çaba göstermekten. Sanki hayat kimisine çok kolay, bi' bana zor. Baştan yanlış mı başladık diyorum. Dursaydım. Fanusta prensesçilik oynasaydım. Yok. Olmaz. Ne zaman 2 gün boş kalsam, ne zaman işim, sorumluluğum olmasa rahat batıyor bana, hemen uyduruyorum birşeyler. Kendimle alakalı olmasa da olur, nası olsa ailemin arkadaşlarımın sokaktaki çocukların herşeyi de bana dert. Çatlarım müdahale etmezsem. Obsesif kompulsif bozuk.

Ying yang.



Burada olmak güzel. İstanbul'da. Haftasonu Nişantaşına gittim önce. Güzel kadınlar, güzel adamlar, hoş mağazalar... Kahve ve sigara Reasürans'ta. Oraya hiç yakışmayan Nişantaşı City's. Yıkılsın!!! Sonra da Taksimdeydim. İyi müzik. Rock ve bira(birayı sevmesem de ortam içeceği napalım :D)

Geçen haftaiçi de hareketliydi. Uzun süredir görüşemediğim turne gazisi arkadaş :) ile İstinyeye gittik akşam, sonra da Bebek'te kahve içtik, iyi geldi. Salı plaza tepesinde İstanbul manzarasına karşı iş yemeği/kokteyli vardı. Kasınçtı. Perşembe de yine iş arkadaşlarıyla yemek, ama bu seferki birlikte zaman geçirmeyi sevdiğim, özlediğim ekiple.

* * * * * * *


Garip. Önümüzdeki 3 haftasonu planım belli. Bu hafta arkadaşım evleniyor Ankarada olacağım. Sonraki hafta bayram, yine Ankara. Pazar İstanbula dönüp Çarşamba tekrar gideceğim. Aralık ın ilk haftası da askerdeki canımın parçasını görmeye İskenderuna gideceğim bir terslik olmazsa.

Gelsin istiyorum artık. Şafak saymakla bitmiyormuş öğrendim. Kendimi yalnız hissediyorum. Ah bi de o bilse, anlasa hayatta herşeyimi paylaştığım tek insan olduğunu...

My sweet prince...

17 Ekim 2009 Cumartesi

Taş Konak'ta düğün istiyorum ben

Efendim, bilen bilir, düğün olayıyla hiç aram yok. Çok güzel ve anlamlı günler olduğunu düşünüyorum, çılgınca eğlenen kurtlarını döken hatunlara da bayılıyorum amma velakin benim ne oynamaya yeteneğim ve yeterli medeni cesaretim var, ne de öyle masa masa dolaşıp herkese gülücükler dağıtacak sempatikliğe sahibim. Hayır bir de şöyle kot-tshirt olsak neyse, koskoca gelinlik ve topuklu ayakkabılar, kafaya konmuş bülbül yuvasıyla birleşir ya hep. Son aylarda günün 14 saatini topuklu ayakkabı içinde geçiren ayaklarımdan biliyorum ben ne menem bir işkence olduğunu bu şık ayakkabı olayının.
Haa bu kadar olumsuzluk saydım ama, askerden dönecek sevdiceğini bekleyen ve yıllaaaar süren ilişkinin sonucunda evlenmeyi uman ben, kafamın bir tarafında sürekli düğün organizasyonu yapma halindeyim. Başak burcuyum ya, 5 sene sonrayı bile organize etmem planlamam lazım :) Nişantaşından her geçişimde Pronovias ın vitrinine gözüm takılıyor, normal düğün salonuna ve otellere alternatif olabilecek düğün mekanları bulmaya çalışıyorum(geçenlerde bir otobüs yolculuğunda-bu aralar sadece otobüste TV izliyorum herhalde-denk geldiğim dizide bu mekan İzmir de taş bir Rum eviydi, bayıldım bayıldımmmmmm... Bir de şu Godfather daki düğün sahnesi vardır evin bahçesinde o da favorilerimden. Ya şöyle Sicilya da falan mı evlensek İtalyan tarzı :D)
Ben bu evlilik konusuna bu kadar takılmışken dün güzel bir sürpriz oldu. Bir haftadır Uşaktayım ve eski bir taş konak-han ın restore edilmesiyle ortaya çıkan butik otelde (http://www.dulgeroglu.com.tr/tr/turizm/default.asp) kalıyoruz. Fransız bir mimar tarafından 1898 yılında yapılmış 2 katlı bu han, ortada geniş dikdörtgen bir avluyu çevreleyen odalardan oluşuyor. Taş bina, yüksek duvarlar, geniş pencereler, avluda kahvaltı... Dekorasyon da gayet sade hoş, konsepte uygun olarak sabunlar doğal defne sabunu.(bu sabun, duş jeli konusunda takıntılıyım da, genelde oteldekileri kullanmıyorum her yere kendim taşıyorum 1 gece bile kalacak olsam, en son Hilton un duş jellerinin kokusuna aşık olmuştum ve biriktirdim, şu anda 15 tüp güzel kokulu duş jelim var, bakalım kaç defne sabunum olacak :D)
Neyse, sadede geleyim; akşam işten çıktık otele giriyoruzzzz, bizi bembeyaz tüller çiçekler mumlar karşıladı. Eveeeeeeettt düğün var. Otelin genel ambiansı zaten çok hoş, bir de üstüne sade şıklık koyun, ohh miss :)) Çok hoşuma gitti. Alternatiflerime burayı ekliyorum :))

Ben bu konak, eski ev, butik konsept olayına hastayım ya, bu seneki doğumgünü hediyem de Hatay da butik otel-konak ta bir geceydi. Daha doğrusu hediye için oraya gitmedim de; şöyle anlatayım, kuzumu askere İskenderuna yolladık ya, yemin töreni geldi çattı, koşa koşa gidilecek tabi. Bazı dış mihrakların :) çıkardığı pürüzlere rağmen geç de olsa vardım Antakya'ya(ben de biliyorum İskenderun la Antakya aynı yer değil :D), nerede kalacağımız çok da umrumda değil, kavuşmuşuz uzun süre sonra. İşte bu noktada düşünceli, ince sevgili faktörü devreye giriyor, benim çok sevdiğimi bildiği için ve doğumgünümde ayrı olduğumuzdan yanındayken bana bir hediye vermek istediği için Liwan Otel de yer ayarlamış. 1920lerde Suriye cumhurbaşkanının kendisine yaptırdığı tarihi taş bina. http://www.theliwanhotel.com/liwanhotel.asp Hem bina çok hoş, hem de otelin tarzı, hizmeti. Antakya'dan da hiç bahsetmedim de, sabah kilisenin çan sesiyle uyandık diyeyim ben siz anlayın. Gerçekten kültür mozayiği, tarih kokulu bir şehir. Tarihi birikim anlamında çok şanslı bir ülkeyiz, keşke tüm şehirlerde korunabilse bu orijinal doku. Osmanlı mimarisinin örnekleri, hükümet konakları, gar binaları... Seviyorum ulan :)) Uşakta otelden işe giderken eski bir sarraflar çarşısı var, Mısır Çarşısının küçüğü(küçücüğü) her seferinde yoldan değil de oradan geçelim diye elimden geleni yapıyorum.
Ne yazdım ya. Bir solukta.

19 Eylül 2009 Cumartesi

Mersin mi Antalya mı?Akdeniz olsun yeter...

Mersindeydim. Yine iş yüzünden tabi ki. Adanadayken sık sık gidip gelmiş, gezmiş tozmuş öğrenmiştim zaten Mersin'i. İyi ki öyle yapmışım çünkü çalışmaktan pek vakit kalmadı gezmeye.

Antalya'nın yabancı değil yerli turist barındıranı. Daha Anadolulu, daha saf, daha bakir olanı. Tek dezavantajı şehir merkezinin de, Erdemli, Susanoğlu gibi yazlık alanların da yüksek, biçimsiz, toplu konut alanı gibi görünen yapılarla dolu olması. Her yer apartman dolu, üst üste yığılmış kibrit kutuları...Gerçi Antalya da da her yer otel, ne farkı var diyeceksiniz; doğru. Doğal güzellikte hala Antalya önde ama; i love Kaş Kalkan Kemer Phaselis :))

Beğendim. Deniz güneş kum merkeze yarım saat mesafede. Şehir yaşantısı deseniz, pek rahat pek keyifli. Ülkenin en uzun sahil şeridinde parkta palmiyelerin arasında yürümek mi desem, benim top 3 alışveriş merkezi listeme tepeden giren Mersin Forum mu desem, tantuni-cezerye-kerebiç-ciğer-lagos-roka salatası(nar ekşili olanında) diyip ağzınızın suyunu mu akıtsam... Gayet modern, yaşanılabilir bir şehir bence; ki bunu ramazan ayının bir kısmını orada geçirmeme rağmen söylüyorum. Mersin de ramazan hayatımda hiç birşey değiştirmemişti; ama iç anadolu öyle mi, Ankara, Kayseri... Bu ayda mümkünse sahil şeridinde bir yerlerde yaşamalı, yoksa hayat durur ve sizin tek yapabileceğiniz buna ayak uydurmaktır. Hani seçim sonuçları açıklanırken sahil şeritlerinde bir kırmızılık vardı ya, işte onlar yaşanabilir şehirler :)) Her ne kadar siyasi arenada eleştirilecek çok tarafı olsa da, sola oy çıkan yerler yaşanabilecek yerlerdir benim nazarımda. Bu ayın başında yaptığım Karadeniz gezisi de bu düşüncemi destekledi. Samsun dan Hopa ya; Ünye ve Fatsa farkını hissettirdi. Unutmadan, bu ayki CNBC business da belirli kriterlere göre puanlama yaparak tüm illeri yaşam kalitesi sıralamasına koymuşlar. Her çalışmada olduğu gibi bunda da "şu da eklenebilir, bu neden yok" denilebilir rahatlıkla; ama benim çok hoşuma giden bir çalışma oldu. Bir de bu sıralamayı gösteren poster var derginin içinde, karikatürize çizimler çok başarılı. İlk üç sırasıyla Ankara, Eskişehir, İstanbul. Antalya dördüncü, Mersin 18 inci.
Henüz büyük şehir koşuşturmasından bıkmış olmasam da, şöyle bir sahil şehrinde yaşama fikri hoşuma gitmiyor değil.
PS// Zaman çabuk geçiyor diye başlamak isterdim de, bazen çabuk geçiyor, bazen geçmiyor, çözemedim... Bir yaş daha geçti, ben nasıl olduğunu anlamadan. Sevdiklerimden uzak, yalnız ve buruk bir doğumgünüydü. Sabah işe gider gitmez ailemden gelen çiçekler, iş arkadaşlarımın sürpriz kutlaması ve hediyeleri(ben haberleri bile yok sanırken) küçük mutluluk kıvılcımları yaratsa da, içimin soğukluğu geçmedi o gece, yalnızlığım bırakmadı peşimi.
Bekliyorum, sabrediyorum; bakalım ne zamana kadar...

25 Ağustos 2009 Salı

Sarı Sıcak

Başlık bir çok farklı şekilde anlaşılabilir ama ben Adana'dan bahsediyorum. Yaşar Kemal'in Sarı Sıcak romanındakinden çok farklı tabi benim anlatacağım Adana; sıtma, sefalet, hastalık, toprak işçilerinin mücadelesini anlatmıştır ya üstad... Haa derseniz şimdi çok mu farklı; genel olarak dünya değişti, refah düzeyi yükseldi tün dünyada tabi ki ama gelir dağılımı, devlet-vatandaş ilişkisi, iç göç, ezen-ezilen konularında aynı tas aynı hamam... Güneydoğuya coğrafi yakınlığı, verimli toprakları ve büyük bir şehir olması, iş imkanı bulunması ideal göç alan şehir haline getirmiş Adana'yı. Evet varmış "polisin bile giremediği" mahalleleri, evet var "conolar", oraya gider gitmez özellikle "oralı" olmayanlar amannnn sakın gitmeyin o taraflara diyecektir size, gülün, hıhı diyin ve geçin... Bir şehri gezmek ve tanımak oradaki en yakın Burger King e gidip, sonra da Starbucks da kahve yudumlayıp "aa burası da pek gelişmiş" demek olmasa gerek :))

Adana'ya ben bayıldım :)) Hem büyük şehir, hem ucuz, hem herkeste bir huzur rahatlık İstanbul da hiç olmayan... Adana da yaşamak kolay, herkesin ya Mersin de yazlığı ya da yaylada dağ evi var, yaz oldu mu da hoopp o taraflara... İnsanı güzel, yemekleri mükemmel :))
Zaten az sonra top list yapacağım sizlere, gidilmesi gereken yerler ve yemek yenilesi yerler listesi.
Kısaca ulaşım meselesine değinecek olursak, Ankara'ya çok uzak değil, Mersin'e 1 saat, Güneydoğu'ya otobanla bağlanıyor. Uçak derseniz küçük de olsa çok işlevsel şehir merkezine yakın bir havaalanı var, bavulunuz yoksa 7 de Ankara uçağına binip 8 de iniyorsunuz :)) İstanbula THY başta olmak üzere Sun Express, Onur gidiyor. Konaklama? Birçok otel var, 5 yıldızlı olanlar Hilton ve Seyhan, Tartışmasız Seyhan Otel derim :)) Otelin temizliği, hizmeti, misafirperverliği, yemekleri... Hilton ukalalığıyla muhatap olmadığımız ve sözde bilgi çağında internete para vermediğimiz için mutluyuz :)) Seyhan Otel de kalırsanız yenilenmiş özel katları çok iyi, bir de odalarda bambu var ki benim en çok sempatimi bu kazandı :P 5 yıldızlı otel konforu+Anadolu misafirperverliği budur.
Ulaştık Adana'ya, ne yiyeceğiz?
Bir kere ayy ben vejeteryanım, veganım diyorsanız baştan hiç gitmeyin :)) Yok ben bayılırım ete, kebaba diyorsanız, budur!! Şurada burada yiyin diye önerilerim olacak tabi de, önünüze gelen herhangi bir yere girip dürüm adana yerseniz de pişman olmazsınız, kötü yapan yere denk gelmedim ben 6 haftalık Adana maceram sonucunda. Bu arada mezeler ve ayran-şalgam hepsine aynı güzellikte o yüzden ayrıca yazmayacağım. Ezme(daha adana usulü, domates yoğun), babagannuş(adını 777 farklı şekilde telaffuz ediyorlar :D), cacık(sulu değil, yoğurtlu salatalık diyelim), maydonoz, nane, közlenmiş patlıcan domates biber, benim yiyemediğim süs biberi denilen zehirli bitki :).... Salata olayı zaten bitmiş, bol nar ekşili, ohhh miss!

Toplist im:

  • Ahmet Usta: Atatürk Bulvarı ile Turhan Cemal Beriker Bulvarı nın kesişme noktasında, kapalı otopark görünümünde, Akbank binasının arkasında. Servis değil dürüm olanını yiyin mutlaka. Bu arada Ahmet Usta işleri büyütmüş, hemen bu bahsettiğim dükkanın arkasına klimalı salon açmış. Siz yine orijinalinden şaşmayın.
  • Asmaaltı: Kazancılar da, eski adana tarafında. Amannn taklitlerinden sakının, milyon tane Asmaaltı var ama aslı Kazancılarda sokağa girince sağdan ikinci. (sağdan birinci, bu adamları bire bir kopyalamış, aynı renk tabela yapmış, çakma :D)
  • Şenol Kolcuoğlu: Yine onlarca kolcuoğlu göreceksiniz, en iyisi barajyolundaki Şenol. İstanbula da şube açmış. Aslında yemek Adana da diğer yerlerde yediklerinizden çok farklı değil de, olay 2 metrelik pidenin üzerine gelen yine 2 metrelik şişe takılı kebap.
  • Hamburgerci Mükerrem: Ben ki sevmem fastfood, Mükerrem e hasta oldum :)) Burger misali değil, normal köfteli hamburger, içinde yeşillik ve en önemlisi nane, yanında turşu ve yeni kızarmış dondurulmamış taze patates... Yiyin, yedirin :) sadece hamburgeri değil tavuklu sandviçi de başarılı.
  • Kebap 52, eskiden Ankara'da da vardı ama hala var mı bilemedim. Şık restoran, kuzu şişi çok güzel. Bir de güveç yenilebilir, güveç demek güveçte etli salçalı patlıcan yemeği demek ona göre :) Böyle iş için gidildiyse iş arkadaşlarıyla-patronla-müşteriyle gidilebilir.

  • Şırdan ve ciğer meselesi var bir de, özellikler şuradan yiyin denilemez bence, kokoreçte olduğu gibi en güzeli aralık bir yerde, ya da köşebaşında, dışarıya tabure atmış amcaların yaptıkları. Özellikle eski Adana tarafında küçücük bir dükkanın önüne toplanmış 20 kişi varsa oranınki güzeldir! Hatırlatma: ciğer sabah yenir :))
Yedik içtik, dediğim gibi bunlar benim önerilerim, rasgele bir yerde yerseniz de pişman olmazsınız. Saymayı unuttuğum birkaç yer mutlaka vardır, kusura bakmasınlar.

Gezilecek yerlere gelince. Etnografya Müzesi tadilattaydı gidemedik. Sabancı Merkez Cami görülebilir, zaten Adana da en dikkat çeken büyük yapı. Asıl tarihi yapı kısmına geçersek, Taş Köprü, Yağcami ve Büyüksaat mutlaka görülmeli. Taş Köprü, Seyhan nehri üzerinde Seyhan ve Yüreğir i birbirine bağlıyor. M.S. 4. yüzyılda Romalılar tarafından yapılmış. Yağcamiyi bir alıntıyla anlatalım:
"Evliya Çelebi Seyahatname'sinde de Eski Cami diye bahsedilmekte ise de; cami'in kapısı önünde vaktiyle yağ pazarı kurulmuş olduğundan Yağ Camii adını almıştır. Cami'nin hemen bitişiğinde yer alan medrese kapısı üzerindeki kitabede, eserin 1501 yılında Ramazan oğlu Halil Beyin emri ile camiye çevrildiği ve bu tarihten 57 yıl sonra da buraya Piri Paşa tarafından medresenin yaptırıldığı okunmaktadır. Minarenin inşası ise kilisenin camiye çevrilişinden 24 yıl sonrasına, yani 1525 yılına rastlamaktadır."
Gelelim Büyük Saat'e... Adana da yer tarif ederken çarşı civarında, referans noktaları büyük saat ve küçük saattir :)) Küçük saatin tarihi çok eski sayılmaz. Büyük Saat ise 1881 yılında Vali Ziya Paşa zamanında yapılmaya başlanmış ve bir sonraki vali Abidin Paşa döneminde tamamlanmış. O dönemlerde böyle merkezi bir saatin önemini tahmin edersiniz orada yaşayanlar için, iş güç namaz vakti Büyük Saate göre belirlenirmiş. Küçük Saat ise şehrin göbeğinde, en hareketli yerde, 5 Ocak Meydanında, İş Bankası kumbarası şeklinde bir saat. Cumhuriyetin ilk yıllarında Büyük Saatten esinlenerek konulmuş bir saat, ee İş Bankası koyunca kumbara şeklinde olması normal :))


Biz gidemesek de, Ceyhana doğru mozaik müzesi varmış. Tarihi İpek Yolu üzerinde, ilk yüzyıllardan kalma mozaikler. Göremedim, görmek isterim.
Günlük yaşantı... Adana nın kalbi farklı noktalarda odaklanmış sosyo-ekonomik ve kültürel duruma göre; tıpkı diğer şehirlerdeki gibi. Asıl Adana saatler ve çevresinde, hıh burası Adana diyorsunuz. Atatürk, Ziya Paşa ve Gazi Paşa Bulvaları ise büyük mağazaların, Starbucks, Özsüt gibi(en trendy ve kalabalık yerler) zincir restoranların bulunduğu yer. Daha kuzeyde Seyhan Gölü çevresinde ise Ankara'da Ümitköye, İstanbul'da Bahçeşehire benzetilebilecek yeni yerleşim alanları, şık cafeler, restoranlar var.

Aaa Seyhan Baraj Gölü nü yazmamışım... Baraj, göl, kanal sözcüklerini hep duyacaksınız ve sağda solda her yerden kanallarla su aktığını göreceksiniz de, asıl olay baraj gölü. Adana da turkuaz mavi göz alabildiğine geniş bir deniz...Adana havası neden nemli sorusunun cevabı :) Göl kenarında restoranlar, çay bahçeleri var; insanlar gölde ve kanallarda suya girip yüzüyor. Adanalı değilseniz yüzmeyi denemeyin, tehlikeli ve yasak!
6 hafta geçirdim Adana'da ama böyle bir kerede anlatmaya çalışınca mutlaka atlamışımdır bişeyler, aklıma gelirse eklerim.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Yolda güneş yükseliyordu, güneye giderken....

Adana'dan ayrıldım 10 gün kadar önce de, çok uzağa gitmiş değilim. Hayır hayır Antalya değil Mersin'e geldim.(bu açıklama benim düşünce tarzıma sahip olanlar için yapıldı; güney=Antalya :D) Deniz olan yer başka oluyormuş gerçekten, Adana nın deniz olan, daha modern, daha şehirli hali Mersin. Şöyle söyleyeyim, hani plaj kıyafeti denen bişe vardır ya, çıplaklığa en yakın giyiniş şekli, insanlar öyle geziyor burada :)) Tam habervaktim.com gibi oldu, modernizmi ahlaksızlık olarak algılayan köşe yazarı değerlendirmesi. Bu aralar İzmirli kızların rahatlığı dokunmuş ya amcalara, neyse...
Mersini başka bir yazıda anlatacağım.
Yine yollardayım bu ara.
Geçen haftasonu İstanbuldaydım. Özlemişim, hem de çok. Küçükkarabalık sevgilisini askere göndermeden güzellll bi haftasonu geçirmeye gitmişti İstanbul'a; öyle de oldu... Özlem gidermeye yetmedi tabi 2 gün; ama yine de seratonin salgımın tavan yaptığı, son ayların en mutlu, huzurlu anlarını geçirdiğim bir haftasonu oldu.
Felekten bir haftasonu çalacağız ya, The Marmara Şişli de kaldık, cumartesi akşam yemeğine suadaya 360 a gittik, pazar kahvaltısını Bebek Koru Kahvesinde yaptık...
Fotoğraf ekleyemiyorum şu anda, işte yazdığım için(kendimi de gammazlamış oldum üstlerime ehiehi). Zaten eklememin de çok anlamı yok aslında çünkü nette milyon tane fotoğraf var bahsettiğim yerlerle ilgili. Boğazda deniz kenarında yürüdük elele, Nişantaşı'nda reasürans havası yaşadık, ikoncan gördük :)) Evimin önünden geçip nostalji yaptık, kendisi benim yalnız yaşadığım ilk ev olması ve sevgiliyle paylaşılması sebebiyle çok özeldir benim için.
Diyeceğim odur ki, keyfimiz yerine geldi veee asker ocağına yolladık sevgiliyi... Kısa dönem İskenderun :)) Çok temiz kalpliyiz sanırım ;)

Budur...

Bu ara Mersin Hilton da kalmak durumunda olmam ve adamların 2009 yılında internetin bilmemkaç dk sına bilmem kaç euro ücret istemesi nedeniyle yazamıyorum çok sık.
Otelin tek güzel yanı tüm odalardaki deniz manzarası. Hümanistim geçinirim ama; %90ı Arap turist dolu bir yer kabus gibi oluyormuş gerçekten!!!

7 Ağustos 2009 Cuma

Ondan Bundan Şundan

Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada âşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti.

PS//Keyfim yerinde bugün. Mersin deyim. Sabah deniz manzarasına uyanmak iyi geldi. Bir de, ve en önemlisi... Bu gece İstanbul'a gidiyorum, sevdiceği görmeye askerlik öncesi. Gitmesi keyifli de, dönüşü fena oluyor... Şiir?? Öyle esti :)

Canım şöyle sokağa çıkıp, alışveriş yapıp, süslenip püslenip (bu arada "süs" kavramım standart bir bayandan %80 oranında daha sade bir görünüşü ifade eder :D) sevgilimle buluşmak, deniz kenarında yemek, kahve, sigara keyfi yapmak, uzuuun uzuuuun yürümek istiyor sahilde; sonra da evde naz yapmak...

Ama ben neredeyim, tabi ki işte.

Muhtemelen akşam çıkıp koşa koşa otele gideceğim, üstümü değiştirip eşyalarımı toparlayıp karnım çok aç olursa birşeyler atıştıracağım, Mersin den adana 1 saat sürdüğü için uçağa zamanında yetişebileyim diye erkenden buradan ayrılacağım, gecenin bir vakti İstanbula varış....

Kendime zaman ayırabilmeyi istiyorum.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Kebap, Şalgam, Büyük Saat, Küçük Saat, Ceyhan, Seyhan...

Başlıktan anladınızzz, Adana'dayım bir aydır. Evet, 1 ay, hattta biraz daha fazla. Şu ana kadar buradaki temel olayımız yemek yemek ve yemek, hakikaten çok güzel burada herşey :)) Ben sürüden ayrılan koyun misali kendimce gezdim tozdum, çok fotoğrafım yok henüz, bir haftasonu daha geçirip uzuuun uzuun yazacağım Adanayı.
Elbistan'dan sonra ilaç gibi geldiğini söyleyebilirim şimdilik.
İyi geldi gelmesine de evimden, sevdiklerimden uzakta olmak zor...

23 Temmuz 2009 Perşembe

Elbistan'dan Masallar...

Sonra devam edecektim Elbistan gezilerini anlatmaya ya, epeyce bir sonra olmuş :)
Ne yapalım, iş, güç.
Eveett, kalktık bir pazar sabahı, düştük yollara. İstikamet dağlar, haziran ayında kar göreceğiz. Bizden önce gidenler olmuş, dağcılar zirve yapmış dönüyorlar bile. Biz normal araçla girilemeyecek yollarda, rehberimizin(gerçek rehber değil tabi ki :) ) 4X4 üyle tıngır mıngır gidiyoruz.

Yolda çadırlarda saçları kınalı teyzelere, hayvan otlatıp yorulmuş amcalara, güneşle kavrulmuş çocuklara el sallayıp hal hatır sorup geçiyoruz.
Böyle şehirli turist modunda çok yükseklere çıkmamız mümkün olmasa da, kar aşağılarda da var hala. Poşetlere kar dolduruyoruz, lazım olacak, pekmeze karıştırıp yerken ve rakı içerken :)

Dönüşte kalabalık çadırlardan birine uğruyoruz, belediye başkanı, dağcılık klubü başkanı ve bir kaç kişi daha var, bulduğumuz yere oturuyoruz. İkramlar iyi geliyor, yayık ayranı ve pekmezli kar. Teyzelerim benden modern, bakraçtaki yayık ayranını tek kullanımlık plastik bardaklarda sunuyorlar bize. Dinleniyoruz, etraftaki koyuna ineğe ata köpeğe bulaşıyoruz, tavuk kovalıyoruz ve tekrar düşüyoruz yollara...


Acıktık tabi bu arada, bizim narin bünyeler de çarpıldı dağ havasından, sersem sepelek bir hal aldık. Nurhak köyünde bir amcam evimsi bir restoranda sütte tavuk yapıyormuş, eksik kalmayalım. Bu arada Elbistan'da dondurma(hakiki Maraş) ve gavurdağı hariç yediğimiz hiçbir şey olağanüstü güzel değil, gayet normal, ama ekip herşeye "aman allahım mükemmel" tadında yaklaşınca ben de bozuntuya vermeyip, "evet evet mutlaka yiyelim sütte tavuk" diyorum, başka seçenek yok.
Giderken rehberimiz bize restoran sahibinin kangal tutkusundan bahsediyor. Kırsal alanda köpek olmazsa olmaz tabi, hele kangal olursa tadından yenmez.(çok hayvansever gibi konuştum, çok severim köpekleri de, uzaktan, koca kangal gelsin patisini koysun bakalım dizime, bayılırım vallahi :D)
Varınca ilk iş köpeklere bakmak oluyor, ben uzaktan, kimisi yakından :) Çok güzeller gerçekten; bu arada fotoğraftakiler daha küçük, yetişkin boyutuna ulaşmamışlar!
Tek katlı bir ev düşünün, girişinde genişçe bir balkon, balkondaki masalardan birine oturuyoruz. Rakılar geliyor hemen, eh boşuna almadık o karları dağdan :) Salata ve leblebiyle başlıyoruz yudumlamaya. Derken geliyor yemeğimiz, tahminimce biraz haşlanmış tavuk, fırında süt-un karışımıyla üzerine domates biber konulup pişiriliyor, çıkarmaya yakın bir kaç dilim ince peynir ekleniyor ve yemeğimiz hazır. Güzel bir yemek, yumuşacık tavuk eti. Bir daha gittiğinde mutlaka uğrar yer misin derseniz: hayır. Ben evde yapabilirim kendisini :))
Dağda bayırda yürüdük yorulmuştuk, ee şimdi dinlendiğimize göre son durak "göz". Su kaynağı adı üstünde, göz, göze vs ne ad verirseniz. Etraf yeşilllik, kaynaktan fışkıran buz gibi su ve en sevdiğim çiçekler: papatyayla gelincik... Yanımda sevgilim olsa, koştur etrafta oyun yap, çiçek topla, taç yap :)) Buranın sözle anlatılacak bir yanı yok, olay tamamen görsel.
2. gezi turumuz da başarıyla tamamlanıyor. Hepimiz temiz hava bol gıdadan çarpılmış vaziyetteyiz dönüş yolunda.
Elbistan hikayeleri burada bitiyor. Artık başka şehirlerde buluşacağız...


PS//Bu gelinciklere de bayıldım, çektiğim fotonun güzelliği için kendime de kocamannn bi aferin dedim :))

24 Haziran 2009 Çarşamba

İş-Güç

Çalışmaktan değil kesinlikle ama; çalışıp işe yaramamaktan nefret ediyorum!!!
Tüm gün bilgisayar karşısında; bu saatte hala işte; sonuç? Evet, istediğim hayatı sürebilmeme olanak sağlayan bir ücret alıyorum burada olmanın karşılığında; bir çoğundan çok daha şanslıyım bu anlamda. Ötesi yok ama. Hiç işe yarar hissetmiyorum kendimi. Bir şey üretmiyorum. Kimseye bir faydam dokunmuyor. "Evet, bunu da ben yaptım" diyebileceğim hiç birşey yok. Okul biterken, ne olacağım, ne yapacağım kaygısı yaşarken her işin böyle olduğunu söylemişti çok sevdiğim bir hocam; dünya üzerinde zekamı ya da becerilerimi gösterebileceğim, yaparken gerçekten zevk alacağım çok az nitelikli iş olduğundan bahsetmişti. Haklı olduğunu görmeye başladım, benimle birlikte iş hayatına atılan arkadaşlarıma bakıyorum, aynı durumdayız. Belki rahatlatıcı bir durum herkesin benim gibi olduğunu bilmek. Ama belki de... Akademisyen olsaydım, ya da doktor, yazar olsam yine aynı şeyleri mi hissederim acaba? Denemeden bilinmez ki... Ne yazık ki o kadar cesur değilim ben; en azından şimdilik. Ya da yeterince bunalmadım, sıkılmadım henüz. Bilmiyorum...
İstanbul'da ya da Ankara'dayken çok sıradan bir etkinlik olsa da, şu anda sevdiklerimde bir cafede ya da evde kahve içip muhabbet etmeye o kadar çok ihtiyacım var ki; ama bir o kadar da uzağım bunu yapmaya...

21 Haziran 2009 Pazar

Elbistan'dayım. 3 hafta oldu.

Anadolu'nun bir ilçesini ilk kez gören, koyun sütünden midesi bulanan, inek görünce heyecanlanan şehirli kadın modeli olmadığımdan çok garip gelmedi tabi. Sandığımdan büyük bir yer. Benim 30.000 nüfuslu bir ilçede doğduğum düşünülürse 80.000 nüfuslu, Malatya ve Maraş'a uzak ve dağlarla çevrili olduğu için "il yapsan yapılır" bir konumu olan Elbistan'ın hakkını vermek lazım. Güneşin toprağa ulaşmak için dağ ile çarpıştığı bir yer...


Buraya daha girişte kuyumcu ve galerilerin çokluğu dikkat çekiyor. Tabi sebep kuyum ve değerli taş sektörünün gelişmiş olması ve otomotive olan talep değil elbette... Sosyo ekonomik değerlendirme yapılacak bir yer değil bu blog ama şu kadarını söyleyeyim, Güneydoğu gibi(burası ne Güneydoğu, ne Akdeniz özellikleri taşıyor) aşiret ilişkileri olmasa da burada da yurtdışı bağlantılı zenginler ve kendi yağında kavrulan çiftçi-besiciler diye ikiye ayrılabilir halk. Yurtdışı bağlantılı olanların ise legal işlerle zengin olmadığını benim söylemem gerekmez...

Gelelim gezme görme kısmına... İlk haftasonumuz müthiş dolu geçti bu anlamda. Cumartesi araba kiraladık yakın çevreden başladık geziye. Öncelikle Eshab-ı Kehf...Eshab-ı Kehf, yedi uyurlar hikayeleri internette bolca geziniyor, yozlaşmışlığın kötülüğün tavan yaptığı dönemde hristiyanlığı yaymaya çalışan amcalar sevilmiyor, ilahi güç de onları korumak için uyutuyor. Tarsus'ta mı burada mı uyudukları konusu muamma, ama konu mahkemeye intikal etmiş ve yargı kararıyla bizimki asıl Eshab-ı Kehf olmuş :)) Dışardan görünüş restore edilmiş cami-kilise karışımı. İçeride ise asıl uyudukları kısım bulunuyor, bir mağara ve su birikintisi. Anlatımdan anlayacağınız üzeri beni hiç etkilemedi. Çok inançlı olmasam da gerçekten tarihi önemi ve mimari güzelliği olan camilerden, kiliselerden, sinagoglardan etkilenen biri olarak burası bana çok sönük geldi. Bu taraflara yol düşerse bir uğranılabilir.

Sıradaki durağımız çok daha ilgi çekici: Termik Santral... Zaten buraları hepimiz Afşin-Elbistan termik santrali sayesinde coğrafya kitaplarından öğrenmedik mi? Şu anda A ve B üniteleri olmak üzere 2 ayrı santralde üretim yapılıyor. Biz daha yeni olan ikinciyi gezdik. Termik santralin çalışma sistemini biliyorsunuzdur, toz haline getirilen kömür fuel-oille yakılıyor, çıkan enerji suyu buhara çevirmede kullanılıyor. Yoğun ve basınçlı buhar tribünleri çeviriyor ve elektrik enerjisi üretiliyor. Ne kolay anlattım değil mi? Eee tabi bu yanma sobada olmuyor, buhar da çaydanlıktan çıkan buhar değil, olağanüstü büyük aletler var, insan kendini kurgusal bir yerde, film setinde gibi hissediyor. Fotoğrafta gördüğünüz sobamsı şey, kömürlerin yandıktan sonra közlerinin döküldüğü kısım, ki oraya bile şu küçük pencereden bakınca alev topları görüyorsunuz. 2. fotoğraf da su ve buhar kazanlarını gösteriyor. O yukarıdan çıkan şey duman değil buhar :)

Termik santal öyle ha deyince gezilecek turistik bir yer değil nasıl gezdiniz derseniz, buraya çok sık dışarıdan birileri gelmediği için kapıdaki güvenlikçilerden rica edince yardımcı olup gezdiriyorlar ellerinden geldiğince gezilmesi mümkün olan kısımları.
Gezdik, gördük, bir de öğrendik ki 3. ve 4. üniteler yapılacakmış, ihale aşamasındaymış; sevindik, bu bölgeye istihdam sağlaması açısından. Peki dedik, bu hava kirliliği ne olacak, özellikle kışın? Meğer kirlilik yaratan yalnızca ilk yapılan A ünitesiymiş gerekli filtre sistemi olmadığı için, yenilerde öyle bir problem yokmuş, eskisine sistemi uygulamak da yeni santral kurmak kadar pahalıymış. Büyük ihtimalle yeniler yapılınca emektar santral devreden çıkarılacak, hava kirliliği azalacak...

Santral gezdik ama yetmedi, kömür havzasını da bir görelim dedik. Baba mesleği dolayısıyla açık-kapalı kömür ocakları konusunda az da olsa bilgi sahibiyim de, buranın büyüklüğü dillere destan, görmemek olmaz. Gidiyoruz TKİ nin işletmesine. Orada da sağolsun 26 yıllık güvenlik görevlisi Yaşar Abi gönüllü oluyor bizi gezdirmeye. Atlıyoruz arabaya, önce elektronik-teknik işlerin yürütüldüğü binaya götürüyor bizi. Mühendisler, teknisyenler sahada çalışan aletleri eskiden nasıl manuel izlediklerini, şimdi bilgisayardan nasıl en küçük problemi yakalayabildiklerini anlatıyorlar. Teşekkür edip, kömürün ortasına atıyoruz kendimizi... Asıl kömürün çıkarıldığı ve bantlı sistemlerle merkeze aktarıldığı noktadayız. Rüzgar kömür tozuna bularken bizi, dünaynın en büyük iş makinesi bager i görüyoruz. Üzerine çıkma teklifini hiç geri çevirir miyiz? Bu arada bager-kazıcı dediğim şey 400 metrekare alan kaplayan, 50-60 m yüksekliğinde legolardan yapılmış gibi bir alet. En üstteki operatörün kabinine kadar çıkıyoruz. İnsan hayatında bir kez görür böyle bir alet :)
Aşağı indiğimizde kapkarayız ama mutluyuz, kolay mı bagere çıkmak :)




Kömür havzasından çıktık, idareten bir temizlendik. Açlıktan ölüyoruz, onu dışında gezmemize engel bir durum yok... Sıra Darende'de, Günpınar Şelalesi'nin methini duyduk.

Dağların etrafından, uçurumların kenarından varıyoruz şelaleye. Yolda serpiştiren yağmur sağanağa dönüşüyor, neyse ki şelalenin etrafı piknik alanı ve kapalı ahşap bir evde yemek yiyebiliyorsunuz. Hemen oturuyoruz yer sofrasına, menü sac kavurma ve üstüne kiremitte alabalık; salata, ayran ve pide eşliğinde. Ya balıklar küçük, ya biz çok açız, iyi ki sac kavurma da yemişiz önden. Küçük ama gayet lezzetli balıklar.


Karnımız doydu, şimdi daha anlamlı şelale:) Dağdan çıkan gürül gürül buz gibi kaynak suyu. Dağlık bölgelerin çoğunda olur zaten bu bereket, Toroslarda, Munzurda... Serin dağ havası iyi geliyor, suyun çevresinde biraz geziniyoruz. Ortalık kalabalık, buranın en popüler piknik mekanlarından birindeyiz ne de olsa...

Günü burada bitiriyoruz, artık dönüş yolundayız. Herkes yoruldu, çıt çıkmıyor kimseden. Daha bu işin pazarı var, dinlenmek lazım.

Ben bile anlatırken yoruldum, pazar günü neler yaptık sonra anlatacağım.

İnsan en çok neye ihtiyaç duyar şu hayatta...

Yalnız hissederim ben kendimi çoğu zaman...Benden başka kimse bilmez, tümüyle anlamaz kırmızı rugan ayakkabılarımın bana ne ifade ettiğini, neden mutlu olduğumu, neden mutsuz olduğumu, neden sustuğumu, o filmde neden ağladığımı, neden durup dururken sinirlendiğimi, hırçınlaştığımı... Bilirim kendi kendime yarattığımı bu ıssızlığı; ben kapatmışımdır kapılarımı dış dünyaya. Severim böyle olmayı, güçlü hissederim kendini, hayatımdaki her şeyin tek sorumlusu olmak hoşuma gider. Severim sevmesine de, insan bazen dinlenmeyi istiyor hayatta, sırtını güvendiği bir yere yaslayıp soluklanmayı...Kimse yargılamasın istiyor yaptıklarını, sevilmek için varlığı yeterli olsun istiyor. İşte o zamanlarda diyorum ki:
"İyi ki varsın Babacım"
Dünya üzerinde beni hiç birşey beklemeden seven, sevecek olan, varlığımla mutlu olan, beni her gördüğünde gözlerinin içi gülen koca yürekli adam... Artık dizinin dibindeki küçük kızın olmasam da, biliyorum ki sen her zaman yanımdasın; ne zaman yorulsam, sıkılsam, bunalsam; sadece ve sadece sevgiye, elimi sıkıca tutacak birine ihtiyacım olsa yanımda olacaksın.

Babalar gününüz kutlu olsun :))

17 Nisan 2009 Cuma

Sadece küçücük bir iz bırakmak için...
Paylaşmak için...
Yazacağım...