15 Aralık 2011 Perşembe

Hayat Güzeldir

Gaziantep'te gezilir, tozulur, yorgunluktan bayılacak hale gelinir. Kalenin eteğinde, restore edilip otele dönüştürülmüş taş bir binanın avlusundaki masalar ve efes pilsen şemsiyeleri dikkati çeker. Dükkanın önüne çökmüş muhabbetini eden dayılar göze kestirilir. Bir masaya oturulur ve bira-fıstık siparişi verilir, biralar soğuk olsun temennisi dayıya iletilir umutsuzca. Veee 2 dk içinde sakin adımlarla dayı geri gelir. Elinde buzlukta dondurulmuş bira bardaklarıyla, kamyoncu efeslerle. Ardından fıstıklar, antepfıstığı değil, yer fıstığı... Minnacık ve çok lezzetli. Kısacık ömrümüzde içtiğimiz en lezzetli biradır. Mekana her akşam gitmek farz olur. Arkadaşlarla geçirilen dakikalardan mı, cool dayıdan mı, biradan mı, fıstıktan mı bilinmez; hayat güzeldir işte.

12 Aralık 2011 Pazartesi

At Gözlüklü Erkek Egemen Toplum

Kalabalık olanın faşizmine, orta-üstü gelire sahip ortalama insanın tepkisizliğine duygusuzluğuna, ailesinin gölgesinde mantar olarak hayatına devam eden oğlan çocuğu vurdumduymazlığına, bilgi sahibi olmadan fikir-hatta önyargı- sahibi olabilen insana gitsin Seren Yüce'den Çoğunluk.

Altın Portakal'da çok konuşulmuştu, izleyememiştim, dün izledim.

"Ezilen" ajitasyonu yoktu filmde. Babasının rahle-i tedrisatından geçen Türk genci vardı. Askerlik önemliydi. Erkek dediğin duygusuz olurdu, ezmeyi bilirdi. Baba ne dese, emirdi. O emirlere itaat demek, boyundaki ipin, babanın uygun gördüğü ölçüde gevşemesi demekti, araba, akşam dışarı çıkmaya izin... Davul bile dengi dengineydi. İnsan kendisi gibilerle vakit geçirmeliydi.

Tesadüfen dün Boratav Hoca'nın da bu film üzerine bir yazısı yayınlandı. Türkiye'de sınıf olgusu kapsamında değerlendirmiş. Buyrunuz.

21 Kasım 2011 Pazartesi

Uyku

Yorgunluk mu depresyon mu yoksa yeni kaz tüyü yastığım mı buna sebep bilinmez; uyumak uyumak ve hep uyumak istiyorum.

"Sonbahar geldi hüzün
Kış geldi kara hüzün"
T. Uyar

23 Ekim 2011 Pazar

Hamam Sefasından Arta Kalan

İnsanın sadece fiziken değil ruhen de arındığı bir ritüel içimi sıkan beynimi kurcalayan her şey akıp gidiyor beyaz sabun köpükleriyle birlikte sadece su sesi ve sabun kokusu biriktirilen güzel hatıralar geçiyor aklımdan çocukluğum geçiyor ne kadar kolay ve güzeldi her şey en kötü anda iki damla gözyaşı dökülürdü gözlerimden ve beni kucaklayan sıcak kollarda sona ererdi can sıkıcı anlar büyüyünce öyle olmuyor tabi ama yine de büyüdük ve kirlendi dünya diyemiyorum hala çok güzel hala çok temiz aynı duruyor sadece biz daha yalnızız daha kendimiziz ve eskisi kadar kolay değil katıksız sevmek ve sevilmek belki de kolay bilmiyorum şair demiş ki unutma sevdiğin kadar sevilirsin ama bunun ölçüsü yok bir kere hem de her zaman öyle olmuyor işte yaşayınca öğreniyor insan ah işte evet yaşamak ve öğrenmek hayat denilen şey bundan ibaret değil mi zaten ve insan her ne kadar canını acıtan şeyler yaşadığında yeter bitsin artık dese de her şeyin her zaman yolunda gitmesini dilese de karşıtıyla var güzellikler ve hüzünle acıyla var mutluluk en çok da yaralarından öğreniyor insan onlar olgunlaştırıyor bedeni ruhu zamanla mücadele etmek başetmek üstesinden gelmek konusunda ustalaşıyor insan kendisi oluyor ve en umutsuz zamanlarında bile içtiği kahvenin kendisine gülen bir çift gözün sabahın erken saatlerinde duyduğu bir günaydının içten bir kucaklamanın kıymetini bilmeyi öğreniyor

7 Ekim 2011 Cuma

Ücretli Çalışan Statüsüne Geçtiğimden Beri Cumaları Seviyorum

İnsanın gündüz gece çılgınca yiyip içip gezebileceği, tüm gün evde pijamasının kollarını sündürerek yatışabileceği, göl deniz çayır çimende doğayla bütünleşip stres atabileceği ve hatta üstüne bir de spor yaparsa tüm hafta bilgisayar karşısında ofis sandalyesinde oturmaktan deforme olan totosuyla kangren olan bacaklarını iyiyleştirebileceği, benim gibi mutfakla arası iyi olanların evdeki mis yemek, pasta, börek kokularıyla kendinden geçebileceği, ille de sanat diyenlerin bienal senin sinema benim sergi onun takılabileceği, hafta içi internetten okunmak zorunda kalınan gazetelerin hatmedilip üstüne bir de gece yatmadan ele alınıp o yorgunlukla 5 sayfa okunup bırakılan kitapların keyifle okunabileceği...
İki günün başlangıcı.






6 Ekim 2011 Perşembe

"Modern" Hukuk Sisteminde Suçluyu Cezalandırmak Mümkün Olmuyorsa, Bir Geri Dönüş Yaşanmalı İlkel Çağlara

"Henüz 13 yaşındayken 28 kişinin cinsel istismarına maruz kalan Mardinli N. Ç'ye yargıtaydan kötü haber geldi.
Aralarında asker ve devlet memurlarının da olduğu 28 sanıklı dava, 7 yılın ardından karar bağlandı.
Ancak Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi kararı alırken küçük kızın alıkonulmadığına ve her şeyin farkında olduğuna hükmetti.
Böylece sanıklar en alt sınırdan cezalandırıldı. İyi hal indirimi de uygulanan sanıklar 20 ayla 6 yıl arasında değişen hapis cezası aldı. Küçük kızın avukatları kararı temyize gönderdi.
Fakat dosyayı inceleyen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, 14. Ceza Dairesi’ne gönderdiği yazıda yerel mahkemenin kararının onanması yönünde fikir bildirdi." (ntvmsnbc)

1 Ekim 2011 Cumartesi

Potpuri

-Zaman hızlı geçiyor. 1 yaş daha büyüdüm. 30u geçince 1 sene daha yaşlandım diyeceğim.

-Tatilin kısası makbulmüş gerçekten. Tek başına tatil yapılabilir bir şeymiş. Teknolojiden, kalabalıktan, büyük şehirden uzak; doğaya yakın olmak insana iyi gelirmiş.

-Murathan Mungan ne müthiş bir adam!!! Böyle yoğun, dolu ama aynı zamanda akıcı bir anlatım... Paranın Cinleri ile tanıdım kendisini, sonra Yaz Geçer geldi. Eh, bunları okuduktan sonra durmak mümkün değildi, Lal Masallar, Üç Aynalı Kırk Oda, Yüksek Topuklar, Mahmud ile Yezida, Soğuk Büfe, Kadınlığın 21 Hikayesi... diye gider benim okuduklarım. Şimdi de Şairin Romanı'nı okuyorum. Sanki son yıllarda yazdıklarındansa, 2000 öncesi olanları daha çok sever gibiyim. Yine de Şairin Romanı müthiş gidiyor, kurgu etkileyici.
Geçenlerde Yekta Kopan'a konuktu Murathan Mungan. Jehan Barbur diye müzisyen bir hatun da vardı. Ne alaka 2si diyeceksiniz; kızcağız MM hayranı ve hikayesi MM ile karşılaşmasıyla başlıyor. Zor günler geçirdiği, umutsuz olduğu bir dönem; İstiklal'de yakından takip ettiği ve hayranı olduğu Mungan ile karşılaşıyor, veee olaylar gelişiyor. Böyle "fairytale" hikayeler çok yalan gelir bana da, bu sefer etkilendim.

-Bana en sevdiğin yazar, kitap sorusunu yöneltseler cevabım yok. Türk yazarlardan, Oğuz Atay'ı, Yaşar Kemal'i, Murathan Mungan'ı, İhsan Oktay Anar'ı söylerim herhalde. Yabancılarda Oscar Wilde başı çeker, Tolstoy ve Dostoyevski denilebilir fazlaca klasik olsa da. Virginia Woolf belki. Neyse, kendimizi top-10 listelerine sıkıştırmaya gerek yok değil mi, mutlaka biz iz bırakıyor zaten okunanlar izlenenler dinlenenler.

-Abant'tayım şu anda. Daha önce de gelmiş ama kalmamıştım. Göl ve orman. Sabah güneş doğarken, ormanda ağaçların arasından sisler yükseliyor. Otel göl kenarında, ormanın içinde, böyle üçgen mimarili bir bina. Uzaktan çikolata ev sanılabilir. Ellerinde ekmek kırıntıları Hansel ve Gretel çıkacakmış gibi. Hafta içi en fazla akşam göl kenarında birazcık yürüyüş yapabildim. Ama bugün ve yarını affetmem =)) Otelden bisikletleri kapıp ormana atacağız kendimizi. Hatta at binme şansımız da var. Bakacağız...

Edit:Steinbeck ve Kundera'yı nasıl unutmuşum...

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Dostluk

House M.D. (06.10)

Wilson aynı zamanda arkadaşı olan bir hastasına karaciğerinin bir kısmını verecektir ve House'un ameliyat sırasında yanında olmasını istemektedir. House orada olmayacağını söyler, çünkü....

House [after Wilson asks if he'll be at his transplant surgery]: No... If you die I'm alone.

***

Ameliyat sırasında House oradadır, Wilson ameliyat masasında anestezi alırken House ile gözgöze gelir, gülümser ve gözleri kapanır.

26 Temmuz 2011 Salı

Kumdan Heykel Yapma Sanatı

Çocukken yaptığımız kumdan kalelerin ileri versiyonu :) Sanatçılar, seçtikleri filmlerin karakterlerini, sahnelerini kumdan heykeller haline getirmişler. Favorilerim ET ve Alice In Wonderland. Superman ve Hulk'da başarılıydı.









21 Temmuz 2011 Perşembe

Uluslararası Antalya Caz Festivali

Aspendos'ta, festivalin açılışında, Monica Molina konserindeydik.

Hani ölmeden önce yapılması gereken 100 şey listeleri vardır ya (Bucket List :D), benimkinde Aspendos'ta konsere gitmek vardı.
Haziran ayındaki opera ve bale festivalini kaçırdık, ama bu festivali affetmezdim. Program müthiş:

20 Temmuz: China Moses & Mehmet İkiz Trio ve Monica Molina
21 Temmuz: Nino Katamadze&Insight ve Lisa Ekhdal
22 Temmuz: L'Orchestre de Contrebasses ve Cesaria Evora
23 Temmuz: NY GypsyAll Stars ve Macy Gray24 Temmuz: Fahir Atakoğlu Trio ve Al di Meola World Sinfonia

Normalde şu kadroda tek bir bilet şansım olsa son günü seçerdim de, Al Di Meola'yı Ankara ve İstanbul'da birer kez dinlediğimden, tercihimi JoyFM sayesinde aşığı olduğum Monica Molina'dan yana kullandım.(Bu arada, mecburen tek bilet seçilebiliyor, biletler 100 TL)

Aspendos'un gece nasıl olacağını merak ediyordum. Işıklandırmasını, sağa sola abuk subuk objeler konululup konulmadığını... Ne de olsa her mimari yapıyı gazino modeli ışıklandırmayı seven bir milletiz. Korkulan olmadı, ortam gayet sade ve şıktı. Organizasyon da iyiydi, otoparkta izdiham, girişte ezilen sıkışan insanlar, çılgın tuvalet kuyrukları yoktu. Tabi gelen insan sayısıyla da alakalı da, az değildi 600-700 kişi rahat vardı. Antik tiyatro çok büyük olduğu için üst yarısı bomboş kaldı fotoğraftaki gibi.

Konser saati 21.00'di, çeyrek geçe gibi Mehmet İkiz Trio çıktı sahneye. Gayet iyilerdi, Mehmet İkiz özellikle bir ara süper bir tempo yakaldı. Konserin yeri kadrosu süperdi de, biraz seyirci sıkıntısı vardı. 50+ yaş ağırlıkta olunca ortamda, tüm konser bir tiyatro oyunu havasında geçti. Tamam sanat olayı, caz konseri de, bir tane mi ritm tutan, el şıkırdatan, kalkan dans eden olmaz? Sahneye China Moses çıkınca biraz hareketlendirmeye çalıştı insanları da, ııh, olmadı. China Moses çok sempatikti bu arada, tam filmlerdeki gibi, caz barlarda flörtöz tavırlarla şarkı söyleyen siyahi kadın modeliydi.

Veee gelelim asıl meseleye, Monica Molina. Yok böyle bir ses. Radyodaki, CDdeki gibi, hatta daha iyi. İspanyolca bilmiyorum ama, anlıyorum işte ben o şarkıları. Aşk diyor, tutku diyor, hayat diyor... Çok sade ve hoştu, az konuştu çok şarkı söyledi. İngilizcesi berbat o yüzden de konuşamamış olabilir :) Türk dinleyicisinin bildiği, JoyFMin her sabah mutlaka çaldığı şarkılarını söyledi. Dinleyici yine durgundu, kimse oooooo amoressss diye bağırmadı mesela ki ben hep bir ağızdan söylenebileceğini düşünmüştüm şarkının bu kısmının. Sonuçta çok sakin olmakla birlikte hoş bir gece geçirdik. Antik tiyatro ortamında kelimenin tam anlamıyla kadife sesli bir kadından insanın içinde bir yerlere dokunan şarkılar dinlemek müthişti. Buyrunuz, bu da konserden ufak bir parça:



19 Temmuz 2011 Salı

Yalnızlığa Övgü

"Dışımızı çevreleyen surlar başkalarını yanıltmak ya da uzak tutmak içindi."

Murathan Mungan
-Şairin Romanı-

2 Temmuz 2011 Cumartesi

22 Haziran 2011 Çarşamba

Ben

"Rüzgar, içimde ıslık çalıyor.
Çıplağım. Hiç bir şeyin, hiç kimsenin efendisi değilim, kendi inançlarımın bile. Rüzgara karşı duran, rüzgarın çarptığı şu yüzüm ben yalnızca; yüzüme çarpan rüzgar da benim."

Eduardo Galeano
-Kucaklaşmanın Kitabı-

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Haftasonu İstanbul'a bahar geldi

Rumelifeneri'nde güneşin sıcaklığı, rüzgarın serinliğini yendi.

Emirgan'da laleler son demlerinde sıcak havanın tadını çıkardı.


Ve bahar gitti...

***
Behzat Ç'ye monte edilmeye çalışılan diğer dizi elemanları inanılmaz eğretiydi. Bu dizilerarası transfer olayını kim çıkardıysa aferin.
***

6 Mayıs 2011 Cuma

Öyle

Ntv'de Türk Telekom'un sosyal sorumluluk projeleri ile hayatlarının akışı değişen çocukların/gençlerin hikayeleri vardı. Doktor olan çoban, Borçkalı judo şampiyonu... Bendim. Hepsinin bir parçası bendi. Anne babası ne yaptığını anlayamasa ve onaylamasa da sabahın köründe çantasını toplayıp antremana giden de bendim, büyük adam olup ailesine daha iyi bir hayat standardı sağlamayı hedefleyen de.
Okula İç Anadolu'nun küçük bir ilçesinde başladım. O zaman güzeldi, moderndi, öğrencilerini seven, onlara emek veren öğretmenler vardı. Tahmin edersiniz ki ülkenin en iyi okullarından biri değildi, hatta tahminen en kötü %30'un içindedir. Sonra Ankara'ya taşındık, büyük şehirde yaşamanın zorlukları kimi zaman soluksuz bıraktı anne babamı. Mahalledeki eve en yakın okula gidiyordum, yine güzeldi diyeceğim, çocukken yaşanan her şey güzeldi çünkü. Okulun başarısı mı? Ankara'nın en kötülerinden değil ama vasatlarından. Şu an lüks evlerin boy gösterdiği bir gecekondu mahallesiyle işçi bloklarının arasındaki bir okul işte. Bende çok iz bırakan bir dönem değil. Daha doğrusu, genelde hatırladıklarım olumsuz. Gecekondudan gelenlerle biz apartman çocuklarını ayırıp oturtan bir öğretmen. Her kompozisyon, şiir ve resim yarışmasında mutlaka ben Füsun ya da Cansu'nun birinci olması -hayır biz çok iyi değildik, başka rakip yoktu- ve her seferinde Füsun'un dedesinin kırtasiyesinden alınan boyalarla ödüllendirilmemiz, bir anormallik olduğunu anlamam ama elimden bir şey gelmemesi. Sobalı sınıf ve benim bir tanecik, içi tüylü dışı su geçirmemesi için naylonlu kumaştan yapılma çok kıymetli montumun(a.k.a. gocuk) sobaya değmesi ve bir kısmının yanması, o kış hep yanık montla gezmem. Derken küçük yaşta başlayan sınav maratonu. 5. sınıfta sabahtan öğlene dershaneye giden, öğlen Kızılay'daki dersaneden çıkıp Kumrular sokaktan koştura koştura bir yandan döner yiyerek dolmuşa koşan ben. Hiç öyle çok yorulduğumu, bunaldığımı hatırlamıyorum. Tam tersi, cüzdana sahip olmam, kendi başıma Kızılay'a gidip gelmem, dışarıda yemek yemem (o zaman lükstü) kendimi daha önemli, büyük hissetmeme neden oluyor. Zaten çalışan anneye sahip olmanın en büyük avantajı, hep sorumluluk sahibi çocuklardık; bir de ev dışında zafer kazanıyorum, tek başıma. Dedim ya çalışmak, başarmak normal olan, beklenen. Anadolu lisesini kazanıyorum. Şekillendiğim, yoğrulduğum, yontulduğum 7 koca yıl.
Anadolu Lisesindeki ilk yılımda, 12 yaşımda "ben hentbol takımına girdim" dediğimde aldığım tepkiyle Ntv'de "judo mu, o ne ki" diyen amcanın kızına verdiği tepki aynıydı. Yine o tepki, beni Ayşeyi Fatmayı o dala daha sıkı tutunmaya, yapmak istediği şey için mücadele etmeye itti. Okumak, başarılı olmak, toplumda kabul gören prestijli bir mesleğe sahip olmak da yapmamız gereken önemli işlerdendi. Bir görev olarak, bir baskı unsuru olarak algılamıyorduk ama bunu hiç. Normaldi, olması gerken buydu. Belki o yüzden içimizden hiç sanatçı, kreatif direktör, filozof çıkmadı; ancak bol bol doktor, mühendis, bankacı, akademisyen yetişti memlekete. Aslında çevremdeki insanların çoğuyla benzer bir eğitim-iş hayatım var. Fark nerde biliyor musunuz? Sporda, sporcu olmakta. Benim hayatıma değer katan, beni ben yapan en önemli şey belki de bu. Bana neden sporcu oldun deseniz, neden hentbol deseniz verilecek hiç bir cevabım yok. Ne ailemin beni sosyalleştirme gibi bir çabası vardı, ne de fiziksel görünüşümle ilgili kaygılar. Okulda popüler olma gibi bir amacım da yoktu, olmadı hiç. Neden başladığımı bilmiyorum. Bana ne kattığını da ancak şu anda, kendime dışarıdan baktığımda görüyorum.
***
Cuma gecesi beni içsel yolculuğa çıkaran NTVye teşekkürler =)
Kendimi çok standart, çok başarısız, çok sıkıcı bulduğum zamanlarda dönüp geriye bakmak; ilerisi için güç veriyor bana.

28 Nisan 2011 Perşembe

Hepsi Gerçek

İnternet alan adlarında kullanılması istenmeyen kelimeleri belirlemiş bizimiçinherşeyineniyisinibilen devletimiz(ahahah içime Perihan Mağden kaçtı :) ). "baldız" mesela, ya da "haydar". "frikik" de keza, tehlikeli, cinsel içerikli. Nasıl sapkın bir zihniyet ki bu; baldız diyince aklına eşinin taş gibi kardeşiyle sevişebilme ihtimali geliyor, frikiğin -belki spordaki esas anlamını bile bilmeden- kıyafetin kenarından köşesinden görünen meme-bacak olduğunu zannediyor, haydar adını haydar dümen'in postadaki sayfasından hareketle cinsellikle özdeşleştiriyor.
***
Ülke gündemine en son haberden girdim -pardon en sonuncusu mgk toplantısı da, ağır kaçar bloga- diye en ilginci o sanmayın. Sadece ösym skandalları ve çılgın proje muhabbetinden doz aşımındayım.
***
Fatmagül'de tecavüz olayı reytingi patlattı diye dizi senaristleri sardı buna. Önce Cemile, sonra da muhteşem sülümandaki şu güzel kız. Sorsanız topu "biz kadına şiddet konusuna dikkat çekiyoruz bıdı bıdı bik bik bik" derler.
***
Bugün öğlen yemek yediğimiz cafede maison française vardı. Seviyorum dergileri. Çok güzel evler var, çoookkk... Ben de evim olsun istiyorum. Güzel evim olsun. Süper loto kuponu aldım hemen. Umudumsun MPİ =))
***
Buraya gideceğiz.
İstanbul'a veda konseri.
***
2 gündür sabah işe tramvayla gidiyorum. Sultanahmet'te, Çemberlitaş'ta, Gülhane'de gezen turistler, hep oradalarmış, hayattaki tek işleri ellerinde harita gezmekmiş gibi bir hisse kapılıyorum. Ben de kadrolu turist olmak istiyorum.

30 Mart 2011 Çarşamba

Dance of the Bad Angels

"Bad angel" kavramındaki ironiyi, şarkının depresifliğini, o pürüzlü sesi seviyorum. Joy fm iyi ki çalıyor durmadan.

27 Şubat 2011 Pazar

Pilli Bebek-Behzat Ç.

Yorgun gecelerin ardından
Hep aynı yere dönerken
Islak sokaklar boyu düşündüm
Solmuş insanların yüzünden
Gülümseme beklerken
Tren yolları boyu düşündüm
Sanki yıllardır uzaktayım ben
Özlemlerim hep sessiz derinden
Ama yalanlar görürüm hala
Burdan bakınca şu sonsuz dünyaya
Olsun demek de zor artık
Çocuk düşlerimiz yok artık
Erken ölümlerin ardından
Hep aynı yere dönerken
Islak sokaklar boyu düşündüm
Borcum varmış gibi kendimden
Gülümseme beklerken
Tren yolları boyu düşündüm
anki yıllardır uzaktayım ben
Özlemlerim hep sessiz derinden
Ama yalanlar görürüm hala
Burdan bakınca şu sonsuz dünyaya
Olsun demek de zor artık
Çocuk düşlerimiz yok artık

22 Şubat 2011 Salı

Öyle Bir Geçer Zaman ki

Ah Cemile, zaten Osman sayesinde gözyaşları içinde izliyordum diziyi, bir de sen dağıttın bu akşam beni.
Güzel kızım, Aylin'im, annenin karşılıksız sevgisinin kıymetini bil. Onun tokadı ağır gelir şimdi de sevdiğin adama adarsan kendini herşeyinle; an gelir canını acıtır, döner arkasını gider o adam, yapayalnız kalırsın elinde hayalkırıklıklarınla. Yine o annenin elleri ilaç olur sana...

20 Şubat 2011 Pazar

!f İstanbul 2011-Y-eni Kuşak

D'amour et D'eau Fraiche-Aşkla Yaşamak
-alıntı-
"Çağdaş bir Bonnie ve Clyde hikâyesi, aynı zamanda da içinde bulunduğumuz kriz döneminin gençliğine dair iç burkucu bir tasvir.
Kriz zamanlarında hayata atılmaya çalışan gençliğe dair gerçekçi bir portre çizen filmin ana kahramanı 23 yaşındaki Julie Bataille. Julie, okuldan çok iyi dereceyle mezun olmuştur ve iş hayatına atılıp Paris’te kendine bir yer edinmek için sabırsızdır. Ona ilk işini veren, dışarıdan havalı duran ama zaman geçtikçe içinin boş olduğu anlaşılan PR şirketinde barınamaz. İş ararken bir mülakat sırasında Ben ile tanışır. Ben, hayatı günü gününe yaşamakta, ara sıra para kazanmak için ufak tefek kanunsuz işler çevirmektedir. Julie’yi, yazı birlikte geçirmek üzere İspanya’ya davet eder. Bu teklife ilk başta direnen Julie, başka bir işte de hüsrana uğrayınca, herşeyi bırakıp Ben’in yanına gider. Ancak, genç çiftin mutluluğu uzun sürmez. Aşkla Yaşamak bir yandan günümüze uyarlanmış bir Bonnie ve Clyde hikâyesi, aynı zamanda da, genç oyuncuların doğal performansları sayesinde daha da etkileyici hale gelen, sivri dilli bir toplumsal eleştiri. ‘Gerçek hayat’ın - daha doğrusu ileri düzey kapitalizmin - zorunlu kıldığı masumiyet kaybını, onlarla birlikte, siz de tekrar iliklerinizde hissedeceksiniz."

***
-spoiler-
-Ben Ikeada yaşamak istemiyorum!
-spoiler-

Bir de belirtmeden geçemeyeceğim, özellikle sevişme sahnelerinde ne kadar doğaldı oyuncular. Olayı zihinde doğal algılayınca, icra ederken de öyle oluyor muhtemelen. Bizim filmlerdeki "evet şu an 70 milyon bizi izliyor, o yüzden güzel görüntüler sergilemeliyiz" kaygısından eser yoktu.

19 Şubat 2011 Cumartesi

İstanbul Blue Night

Dün akşam uzun bir aradan sonra Taksim'e gittim. Deli koyun gibi öyle anlamsız dolaşırken tek başıma, mavi retro çerçeveli gözlükler takmış insanlar görüp allah allah demek ki yeni trend bu diye düşünmeye başlamıştım ki, odakulenin önünde bir hareket bir kıpraşma mavi aydınlatmalar... Müziğe doğru gitti ayaklarım, canlı performans var İstiklalin ortasında.
İstanblue votka sponsorluğunda sokak performansları, belirli mekanlarda konserler organize edilmiş İstanbul Blue Nights adıyla. Mekanlar da Nublu, Hayal Kahvesi, Jolly Joker gibi bilinen, sevilen yerler. Odakulede de İlham Gencer çıkacaktı, ben beklemedim soğuktu hava. Beklediğim arkadaş gelince Hayal Bistroya gidelim dedik, tüm gün çalışıp eve ulaşmak için de 2,5 saat araba kullanınca yoruldum, ki zaten normal zamanda da çok kalabalık hareket kaldırmaz benim bünye, tıklım tıkış konser olmamalıydı. Çilekeş çıkacaktı orada da, ilk gittiğimizde 10-10 buçukta çıkcak denilen gruptan 12ye doğru hala ses çıkmayınca kalktık. Son biralar için mekan Lamelif'ti. St. Pulcherie Fransız lisesinin karşısında, sahaf ve cafe-bar. Gittiğimizde 3 eleman emprovize birşeyler çalıyordu. Sonra kasadaki amca-mekan sahibi sanırım- gitara geçti, bası başka bir abi aldı :) Küçük, sıcak ortam. Genel ambiyans bana Ankara'daki Tenedos'u hatırlattı. Amatör caz, blues gruplarını dinleyip, sıcak şarap içilen bir yerdi Tenedos, hala duruyor mudur, aynı mıdır bilemedim.
***
Yorgunum; ruhum, kalbim, ellerim, gözlerim hepsi yorgun.
Hastayım; ruhen, bedenen.
Yataktan mutlu kalktığım, enerjik uyandığım günleri özledim.
Yarın sabah gidiyorum, yüzlerce km uzağa.
Gitmek, geride bırakmak iyi gelir derler, umarım işe yarar.

30 Ocak 2011 Pazar

Pazar

Can Dündar'ın kaleminden, çok eskilerden bir yazı:

30.04.1995
Bavulları hep toplu durmalı insanın... Bir gün telefonların hiç çalmayabileceği hesaplanmalı...Tül perde arkasından misafir yolu gözlemekten vazgeçmeli...İhanetlere, terkedilmelere, bir başına bırakılmalara hazırlıklı olmalı...Yalnızlığa alışmalı...
* * *
Çünkü "omuz omuza" günlerin vakti geçti. Dayanışma... günümüz borsasının değer kaybeden hisse senet­lerinden biri artık...Bireyin keşif çağı, geride kı­rık dökük yalnızlıklar bıraktı.Terörün bile bireyselleştiği çağdayız. Zaman, birlikten kuvvet doğurma zamanı değil; zaman, tek başına dimdik ayakta kalabilmeyi becerme zamanıdır.
* * *
İşte o yüzden alışmalı yalnız­lığa...Sokaklar dolusu ıssızlıkla başbaşa yaşamayı göze almalı insan... Güvendiği dağlardaki karlara bakıp ders çıkarmalı... Hüzünlü bir şarkıyla paylaşı­lan gecelerde başını dayayacak bir omuz arama huylarından vazgeçmeli... Sofrada tek tabağa, tabakta az yemeğe alışmalı...Romanlardan yalnızlığı yücelten paragraflar asmalı evin en görünür duvarlarına..."Yalnızlık paylaşılmaz/ Paylaşılsa yalnızlık olmaz" dizeleriyle başlamalı güne... Telesekretere "şu anda size cevap verebilecek kim­se yok" denmeli, "... belki de hiçbir zaman olmaya­cak..." Cevapsızlığa, sessizliğe ısınmalı...
* * *
Oysa sessizlik haksızlığa alkıştır.Haklılığın onuru yaşatır insanı... Susmanın utancı öldürür.O yüzden en sessiz gecelerde ''doğruydu, yaptım"la teselli bulmalı insan...Feryada komşuların yetişmemesine, soğuk duvar diplerinde sessizce ağlaşmaya alışmalı... Kendiyle he­saplaşmaya çalışmalı...Gece yastıkla ağlaşmaya, sabah aynayla gülüşmeye, kendiyle hüzünlenip, kendiyle keyiflenmeye hazır ol­malı...Hep başını alıp gidebilecek kadar cesur, ama hep kalıp savaşacakmış kadar gözüpek olabilmeli...Sessizliği, sese dönüştürebilmeli...
* * *
Ve sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan... Yollarla barışmalı... Yalnızlığa alışmalı...

21 Ocak 2011 Cuma

Ne Dinliyorum

Pazar günleri annemin bizi çitileyerek yıkayıp, akşam da Bizimkiler eşliğinde ütü yaptığı, Susam Sokağındaki kurabiye canavarının idolümüz olduğu yıllarda müzik demek, babannemin radyosunda tıngırdayan TRT fm nağmeleri ya da babamın İstanbul'dan aldığı, çoğunlukla doldurma kasetler demek o zamanlar. Yıllar sonra farkediyorum aslında o kaset stoğunun ne kadar değerli albümlerden oluştuğunu. Karışık doldurulanların arasında benim en sevdiğim, ilk gençlik yıllarında da bolca dinlediğim "nostalji" var mesela, "alla beni pulla beni"den "arapsaçı"na tüm türkçe pop efsaneleri o kasette... "Aşk Yeniden", yine en sevdiklerimden, pembe turuncu bir kapağı var, o zamanlar ne bileyim tabi aşkı-şu anda da "bildiğim" tartışılır-, dış görünüşü cezbediyor beni. Bir de "pencere önü çiçeği" var, çekme kaset. Çok dinleyemesem de, her seferinde beni rahatsız eden, kalbimi sıkıştıran birşeyler var bu albümde; yoruyor beni, ama yine de dinliyorum, bilmiyorum 20 yıl sonra da her Bülent Ortaçgil albümünde aynı duyguyu yaşayacağımı. Zaman geçiyor, ben büyüyorum, farklı müzik türleriyle tanışıyorum; eski şarkılara olan bağlılığım hiç azalmıyor.
***
Bülent Ortaçgil'in son albümü Sen'den "acıtır"ı dinlerken bunları düşündüm.

...Hoşgeldin değil, hoşçakal acıtır
Yudum yudum biriktirmişiz
Ve biri çarpıp dökmüşse...

***
Kasetlere ne mi oldu? Bir taşınma sırasında saklandıkları poşetten yere döküldüler, sıcaktan erimiş şekli değişmiş olanlar, bağırsakları(bantları yani) dışarı çıkmış olanlar, benim dinlenilmeyecek kadar kıro bulduklarım çöpe atıldılar. Nostalji ve Aşk Yeniden halen duruyor.

20 Ocak 2011 Perşembe

Bağlantı Yok

Nefes almak, hala hayatta olduğumu algılayabilmek için tutunacak bir şeyler arıyorum. Canım sıkılıyor, bunalıyorum. Olumlu düşüncenin gücüne inanmak istiyorum!
Bu aralar neler beni dünyaya bağladı...
*İlk kez kucağıma aldığım miniminnacık bebişin koynumda uyuyakalması.
*Trafikte açlıktan ölürken torpido gözünden çıkan brownie intense.
*Kuğulu Parktaki kuğu (evet anlamsız göründü, Ankaralı mode on desem?)
*Sıcacık bir ortamdan dışarı çıkınca yüze çarpan soğuk hava. (tokat gibi, "buradasın, kendine gel" diyor insana)
*Kapalı alanda rakı içerken yanında sigara da tüttürebilmek.
*Okuduğum kitabın sonlarına yaklaştığımı görmek.
*Oyuncak bebeğim N'junior'ın gerçek olduğu varsayımıyla, onunla konuşmanın, uyumanın yalnızlığımı hafifletmesi.

***

Kendimi yeryüzündeki her türlü hengamenin, koşturmacanın ortasında hissederken... Şu aralar, camekanın dışından içeriyi seyrediyor gibiyim.

***

Zaman, her şeyin ilacı mı gerçekten?
Göreceğiz.

17 Ocak 2011 Pazartesi

Kutup Çizgisi Aşıkları-Los Amantes del Circulo Polar

"Kader" denilen şey gerçek olabilir mi acaba?
Kader değildi bence onlarınki, sadece birbirlerine olan bağlılıklarıydı farklı kutuplar gibi ikisini birbirine çeken.

Son zamanlarda izlediğim en etkileyici filmlerdendi, anlatımı çok farklıydı. "Bilinç akışı" bu tekniğin adı; karakterlerin düşüncelerinin derli toplu aktarılmasını değil, bir bütün olarak tüm düşünsel durumunun yansıtılması olarak tanımlanabilir kısaca. Karakter kendisini anlatır. Bölük pörçük, kopuk ya da saçma gelir kimi zaman. Bizdeki en iyi örneği(benim bilmediğim daha neler var kimbilir, neyse, benim için en iyi) Tutunamayanlar-Oğuz Atay.

İzleyin.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Biraz İktisat

TOBB ETÜ'den Prof. Dr. Serdar Sayan, teknolojideki gelişmeler ve bilgiye erişimin kolaylaşması sonucunda neden çalışma saatlerinin azalmadığı, hobilere ve kendimize ayıracak daha çok zaman yaratılamadığı, bu gelişmelerin istihdamı nasıl etkilediği üzerine bir köşe yazısı yazmış. İlgilenenler buraya.
Yine aynı yazıda, kişi başı milli gelir gibi klasik göstergelerin dışında gelişmişliğin neyle ölçülebileceğine dair önerilere yer vermiş. Benim de özellikle okul dönemlerinde üzerine kafa yorduğum bir mesele olmuştur bu konu. Evet insani gelişmişlik endeksi (HDI) gibi ölçüm methodları var, ancak her zaman gelişime, test edilmeye açık. Çok muğlak, tartışmalı bir mesele bu aslında. Bir kere gelişmişliği, refahı tanımlamak gerekiyor önce. Sonrasında bu kavramların açıklanmasında kullanılabilecek değişkenleri bulmaya geliyor sıra. Net, ölçülebilir, anlamlı... Tüketim*, harcama alışkanlıkları bir gösterge olabilir, eğitim-işsizlik arasında bir ilişki kurulabilir ya da milli eğitimin kalitesi değerlendirilebilir vs.
(*İngiltere'de 1 kişi yılda 500 gram, Türkiye'de ise 1 kişi yılda 100 gram diş macunu tüketiyormuş. Evlerin yüzde 30'unda ise hiç macun bulunmuyormuş. Mesela... =D)

Demem odur ki, arada beyin hücrelerini çalıştıralım... Ha bir de ekonominin yalnızca GSYİH, faiz, borsa, dolardan ibaret olmadığını anlayalım, anlatalım genç dimağlara.